4 Kasım 2009 Çarşamba

YENİ KAPİTALİST DÜZENİN YÜZÜNE YÜZÜNE ANARŞİSTLER




ALFREDO BONANNO

Yoldaşlar, bu konuşmaya başlamadan önce, birbirimizi daha iyi tanımak için iki çift laf etmek istiyorum. Konferanslarda her zaman, konuşan ile dinleyenler arasında bir engel yaratılır. Dolayısıyla, bu engeli aşmak için bir anlaşmaya varmaya çalışmamız gerekir, çünkü biz birlikte bir şeyler yapmak için bir araya geldik, birileri konuşsun, diğerleri de dinlesin diye değil ve bu akşam tartışılacak sorunlar düşünüldüğü zaman, bu ortak çıkarın her zamankinden açık olması gerekir. Genellikle analizlerin karmaşıklığı ve ele alınan konuların güçlüğü konuşan kişiyi dinleyen kişilerden ayırır ve pek çok yoldaşı pasif boyuta iter. Yalnızca belirli bir noktaya kadar ilgimizi çeken bir kitabı, örneğin Anarşizm ve Sanayi-Sonrası Toplum gibi bir başlığı olan bir kitabı okurken de aynı şey olur. İtiraf etmeliyim, bir kitapçı vitrininde böyle bir kitap görsem, alacağımdan hiç emin değilim.

İşte bu yüzden bir anlaşmaya varmalıyız. Bence tartışılan sorunun görünen yüzü altında ki sorunun kendisi de kuşkusuz karmaşık bir sorun, hepimizin anarşist ve devrimci yoldaşlar olduğumuz gerçeği, ortak bir zemin bulabilmemiz gerektiği anlamına geliyor. Bu bizim, gerçekliği daha iyi anlamamızı, böylece öncekinden de etkili bir şekilde eyleme geçmemizi sağlamak için belli analitik araçları edinmemizi sağlamalı. Bir devrimci anarşist olarak teori dünyası ve pratik dünyası diye iki ayrı dünyada yaşama fikrini reddediyorum. Bir anarşist devrimci olarak benim teorim pratiğimdir ve pratiğim teorimdir.

Böyle bir giriş pek hazmedilemeyebilir ve eski teorileri destekleyenleri memnun etmeyeceği kesindir. Ama dünya değişti. Bugün yeni bir insanlık durumu ile yeni bir ve acı verici bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu durum entelektüel kapalılıklara ya da analitik aristokrasilere yer bırakmıyor. Artık eylem teoriden ayrı bir şey değil ve öyle olmaya da devam edecek. İşte bu yüzden kapitalizmin dönüştürülmesi konusunda konuşmaya yine de devam etmek önemli. Çünkü gözlerimizin önündeki durum hızlı bir yeniden yapılanmaya gitti bile.

Kendimizi bu tür durumlar içinde bulduğumuz zaman, sözcüklerin baştan çıkarıcılığına kapılıyoruz ve anarşistlerin sözcüklere eğilimini hepimiz biliyoruz. Elbette eyleme biz de taraftarız. Ama bu gece mesele yalnızca sözcükler meselesi, bu yüzden onlarla sarhoş olup gitme riski var. Devrim, ayaklanma, yıkım, tamamen sözcüklerden ibarettir. Sabotaj… işte, bir sözcük daha. Burada, aranızda geçirdiğim son birkaç günde muhtelif soruların sorulduğunu duydum. Bazen, anlayabildiğim kadarıyla, inançsızlıkla soruluyorlardı.

Ama işin içine bir dilden diğerine tercüme giriyor ve ben kötü niyetli olmak istemiyorum. Yalnızca şunu söylemek istiyorum: analizimin sosyal soruna çözüm önerdiğini söyleyerek kendimi kandırmak istemiyorum. Son birkaç gündür konuştuğum diğer yoldaşların çözümü bildiklerini de sanmıyorum. Analizleri işçi sınıfının merkezi bir öneme sahip olması gerektiğini söyleyen anarko-sendikalist yoldaş da bilmiyor, anlayabildiğim kadarıyla ona katılmıyor gibi görünen ve ayaklanmacı nitelikte bir müdahale öneren diğer yoldaşlar da bilmiyor. Hayır, bu hipotezlerden hiçbiri gerçeği bildiğini iddia edemez. Anarşizm bir şey öğretiyorsa o da hakikati bildiğini iddia edenlere karşı ihtiyatlı olunması gerektiğidir. Hakikati bildiğini iddia eden herhangi biri, kendine anarşist dese bile, bana göre yalnızca bir rahiptir. Her türlü söylem yalnızca var olanın eleştirisini formüle etmelidir ve eğer zaman zaman sözcüklere kapılıp gidiyorsak, bizi ele geçiren eyleme geçme arzusudur. Burada durup yeniden düşünmeye başlayalım. Bize şu anda baskı uygulayanın yok edilişi uzun bir yol olacaktır. Analizlerimiz küçük birer katkıdır. Her küçük konuşmanın yalnızca zaman kaybı olması için yıkıcı devrimci eylemimizi birlikte sürdürmeliyiz.

O zaman ne yapabiliriz? Anarşistler bunu çok uzun zamandır kendilerine soruyorlar: kitlelerle nasıl iletişim kurabiliriz? Bu tür tartışmalarda hep akla gelen ve son birkaç gündür muhtelif durumlarda işittiğim bir terim kullandım. Şimdi, bu soruna iki değişik açıdan yaklaşılabilir. Geçmişte, anarşizmin tarihi boyunca, propaganda kavramı kullanılarak yaklaşıldı, yani kitlelere bizim kim olduğumuz anlatılarak. Bu, kolayca görebildiğimiz gibi, dünyanın her yerinde siyasi partilerin kullandığı yöntemdir. Böyle bir yöntem, geleneksel anarşist propaganda kullanılması, bana göre bugün, tıpkı başka herhangi bir ideolojinin yayılmaya çalışılması gibi, güç bir yöntemdir. Bunun sebebi yalnızca artık insanların ideoloji ile bir ilgilerinin olmasını istememeleri değil, aynı zamanda kapitalist yapılanmanın bunu anlamsızlaştırmış olmasıdır ve burada herkesin önünde söylemeliyim, anarşistler bu yeni gerçekliği anlamakta güçlük çekiyorlar ve uluslararası anarşist hareketin içinde sürmekte olan bir tartışmanın konusudur bu. İdeolojinin sonu, geleneksel anarşist propagandanın anlamsızlaştığı bir duruma götürüyor bizi. Propagandanın etkililiği (ya da etkili olduğu yanılsaması, hangisi doğruysa artık) kayboldukça, insanlarla doğrudan iletişim yolu açılıyor. Bu somut mücadeleler, zaten bahsettiğimiz mücadeleler, günlük sorunlar yolu, ama elbette insan kendi sınırlarını aşamaz. Anarşistler küçük bir azınlığı oluşturuyor. Kendilerini insanlara duyurmanın yolu reklam tekniklerini kullanmak ya da çok gürültü çıkarmaktan geçmiyor. Yani bu en uygun iletişim yolunu seçme meselesi değil, –çünkü bu bizi propaganda sorununa ve dolayısıyla ideoloji sorununa geri götürür- daha çok en uygun mücadele yöntemlerini seçme meselesi. Çoğu anarşist, kendi olanakları dâhilinde, kendilerini herhangi birinin pilotu olarak hayal etmeden, bunun doğrudan saldırı olduğuna inanıyor.

Sizi bir anlığına kapitalizmin 80’lerin başındaki durumu üzerinde düşünmeye davet ediyorum. Kapitalizm güçlük içindeydi, gittikçe artan işçi giderleri, sabit fabrikaların astronomik maliyetlerle yeniden yapılanması, katı bir Pazar ve buna karşılık olarak sosyal mücadelelerin gelişmesi olasılığı ile karşı karşıyaydı ve sonra, altı, yedi sene sonraki koşulları düşünün. Kapitalizm ne kadar da hızlı değişti. Tüm güçlükleri, hiç öngörülmemiş bir şekilde aştı, önceden görülmemiş bir ekonomik ve emperyalist program ile dünyayı idare etmeyi başardı. Belki şu anda öyle görünmüyor, ama güç çemberini kapamayı hedefleyen bu program ilerlemekte. Olan ne? Güçlüklerle dolu bir durum nasıl böylesine hızla ve radikal bir biçimde iyiye döndü?

Ne olduğunu hepimiz biliyoruz; bizi şaşırtan işin teknik tarafı değil. Temel olarak, üretim sürecine yeni bir teknoloji sokuldu. İşçi maliyetleri azaltıldı, yerini verimlilik programları aldı, üretimde yeni güçler kullanıldı: bunu hepimiz biliyoruz. Bizi şaşırtan kapitalist yeniden yapılanma tarafı değil. Hayır, bizi hayretten hayrete düşüren, kapitalist yeniden yapılanmanın işçi sınıfını nasıl kullandığı. Çünkü kapitalizm için asıl güçlüğü hep bu oluşturuyordu. Kapitalizm güler yüzlülükle işçi sınıfına saldırdı ve o sınıfı çözdü, onları ülkenin her tarafına dağıttı, fakirleştirdi, morallerini bozdu, etkisiz hale getirdi. Elbette başta bunu yapmaya korkuyordu. Kapital o yola girme riskine atılmaktan hep korkuyordu, çünkü işçilik maliyetinin azaltılması hep sosyal mücadeleler patlamasına sebep oluyordu. Ama, kapitalizmin akademik temsilcilerinin bir süredir üzerinde ısrar ettiği gibi, bu tehlike artık yok ya da en azından yok olmakta. Artık, üretim sektörlerini değiştirerek yaptığınız sürece, diğerleri açık fikirlilik geliştirmeye ve olayları tartışmaya hazır olduğu sürece, işçileri işten çıkarmak bile mümkün ve sosyal güçlerin hepsi: partiler, sendikalar, sosyal işçiler, baskı güçleri, her düzeyde okul, kültür, görsel dünya, medya, kapitalizmin yeni görevine yardımcı olmaya çağrıldı. Bu, yeni insanı, yeni işçiyi şekillendirmeye yönelik, daha önce benzeri hiç görülmemiş dünya çağında bir haçlı seferi.

Bu yeni insanın ana özelliği ne? O şiddet karşıtı, çünkü o demokratik. Meseleleri diğerleri ile tartışıyor, başka insanların fikirlerine açık, diğerleri ile işbirliği arıyor, sendikalara katılıyor, grev yapıyor (sembolik olanlara, elbette.) Ama ona olan ne? Kimliğini kaybetti. Artık gerçekte kim olduğunu bilmiyor. Sömürülenlerden biri olarak kimliğini kaybetti. Sömürü kaybolduğu için değil, ona hissetmeye zorlandığı şeylere dair yeni bir imge verdiği için. O bir katılımcı. Dahası, bir sorumluluk hissi duyuyor ve bu sosyal dayanışma adına yeni fedakârlıklarda bulunmaya razı: uyum göstermeye, iş değiştirmeye, becerilerini kaybetmeye, bir insan ve işçi olarak diskalifiye edilmeye. Son on senedir kapitalizmin ondan istediği işte bu, çünkü yeni kapitalist yeniden yapılanma ile niteliklere gerek yok, tek gereken çalışma, esneklik ve hız yeteneği. Göz zihinden daha hızlı olmalı, verilen kararlar sınırlı ve hızlı olmalı: kısıtlanmış seçimler, basılacak birkaç düğme, uygulamada maksimum hız. Bir örnek vermek gerekirse, bu projede video oyunlarının önemini düşünün. Sonuç olarak, işçi merkezliliğinin korkunç şekilde kaybolduğunu görüyoruz. Sermaye dahil edilen ile dışlananı birbirinden ayırabiliyor, yani, iktidarla ilişkili olanı, iktidardan sonsuza dek dışlanacak olandan. “İktidar” derken yalnızca devlet yönetimini kastetmiyoruz, aynı zamanda daha iyi yaşam koşullarına erişme olasılığını kastediyoruz.

Ama bu bölünmüşlüğü destekleyen ne? Ayrımı garantileyen ne? Bu, ihtiyaçların hangi şekillerde algılandığına dayanıyor. Çünkü bir an durup düşünürseniz, eski tarz sömürü şeklinde, sömüren ve sömürülen, ikisi de aynı şeyi arzuluyordu. Yalnızca biri sahip oluyordu ve diğeri sahip olamıyordu. Bu bölünmüşlüğün yapısı tam olarak gerçekleşirse, iki tür arzu olur, tamamen farklı şeylere yönelik bir arzu. Dışlananlar yalnızca bildikleri şeyleri arzulayacaklar, kavrayabildikleri şeyleri, dâhil edilenlere ait olanları değil. Onların arzularını ve ihtiyaçlarını artık kavrayamıyor olacaklar, çünkü bunu kavramaları için gereken kültürel donanım sonsuza dek ellerinden alınmış olacak.

Kapitalizmin inşa ettiği bu işte: et ve kemiğe işlemiş, iktidar laboratuvarlarında inşa edilmiş bir otomasyon. Bilgi teknolojisine dayalı bugünün dünyası makineyi insan düzeyine asla getiremeyeceğini çok iyi biliyor, çünkü hiçbir makine insanın yapabildiklerini asla yapamayacak. Bu yüzden insanı makine düzeyine düşürmeye çalışıyorlar. Onun anlama kapasitesini azaltıyorlar, yavaş yavaş kültürel mirasını mutlak minimuma getiriyorlar ve onun içinde tekdüze arzular yaratıyorlar.

Bahsettiğimiz bu teknolojik süreç ne zaman başladı? Söylendiği gibi sibernetikle mi başladı? Bu tür konularda deneyim sahibi herkes, zavallı Norbert Wiener’in bir sorumluluğu olsa bile, bunun yalnızca elektronik kaplumbağalar ile oynamaya başlamasında olduğunu bilir. Aslında, modern teknoloji yüz sene önce, masum bir İngiliz matematikçisi aritmetik ve iki tabanlı hesaplarla oynamaya başladığı zaman doğdu. Şimdi, bu başlangıcı takip ederek modern teknolojinin muhtelif adımlarını saptamak mümkün. Ama niteliksel bir sıçramanın gerçekleştiği kesin bir an var: yeni teknolojinin elektronik üzerine inşa edilmesi ve sonuç olarak elektroniği mükemmelleştirecek teknolojinin inşa edilmesi ve bütün bunların nasıl evrimleşeceğini görmek imkânsız, çünkü bu yeni teknolojik evreye girişin ne sonuçlar doğuracağını kimse tahmin edemiyor. Sebep-sonuç terimleri ile düşünmenin imkansız olduğunu anlamalıyız. Örneğin, büyük güçlerin dünyayı havaya uçurmak için atomik potansiyele sahip olduğunu söylemek safça olur; bu gerçek olsa bile. Öylesine dehşet verici, bir kıyamet düşüncesi olan bu fikrin sebep-sonuç hipotezlerine dayanışı eski teknoloji kavramına aittir: bombalar patlar, dünya yok olur. Bizim burada bahsettiğimiz sorun çok daha tehlikeli bir durum olasılığını yaratıyor, çünkü artık bu bir spekülasyon meselesi değil, zaten var olan ve gittikçe gelişen bir durum meselesi ve bu gelişme sebep-sonuç ilkesine dayalı değil, öngörülemez ilişkiler örgüsüne dayalı. Tek bir basit teknolojik keşif, örneğin enerji korumasını sağlayan yeni bir maddenin keşfi, hiçbir vicdanın, bilim adamının öngöremeyeceği bir dizi yıkıcı teknolojik ilişkiye yol açabilir. Yalnızca yeni teknolojileri değil, aynı zamanda eski teknolojileri de etkileyecek, tüm dünyayı kaosa götürebilecek bir dizi yıkıcı ilişkiye yol açabilir. Farklı olan bu işte ve bunun, şimdiki kâbusun yalnızca uzak bir akrabası olan sibernetikle bir ilgisi yok.

Bütün bunların ışığında, uzun bir süredir kendi kendimize sorup duruyoruz: düşmanımızı derinlemesine bilmiyorsak ona nasıl saldırabiliriz? Ama bir düşünürseniz, yanıt o kadar da güç değil. Polise saldırmaktan büyük keyif alıyoruz örneğin, ama kimse bunu yapmak için polis olmuyor. Kendi kendilerini bilgilendiriyorlar: polis nasıl çalışır? Ne tür coplar kullanırlar? Polisin nasıl çalıştığını kabaca anlamak için gereken küçük bilgi kırıntılarını bir araya getiriyoruz. Başka bir deyişle, polise saldırmaya karar verirsek, onlar hakkında belli miktarda bilgi edinmekle sınırlıyoruz kendimizi. Aynı şekilde, yeni teknolojiye saldırmak için de mühendis olmaya gerek yok, bazı temel bilgileri edinmemiz, ona saldırmamızı mümkün kılacak birkaç pratik göstergeyi öğrenmemiz yeterli ve bu düşünceden çok daha önemli bir başka düşünce doğuyor: yeni teknoloji soyut bir şey değil, somut bir şey. Örneğin, uluslararası iletişim sistemi somut bir gerçek. Kafalarımızda soyut bir imge yaratmak için kendini bütün ülkeye yaymak zorunda. Yeni materyaller bu şekilde kullanılıyor, diyelim ki veri iletimi için kablo sistemleri inşa ederek ve teknolojinin bu tarafını bilmek önemli, üretim açısından nasıl çalıştığı değil, tüm ülkeye nasıl yayıldığı önemli. Yani yönlendirme merkezlerinin (bunlardan çok vardır) nerede bulunacağı, iletişim kanallarının nerede olduğu. Bunlar, yoldaşlar, soyut fikirler değildir, fiziksel şeylerdir, belli bir alan kaplayan, kontrol sağlayan nesneler. Bu örnekle sabotajla müdahale etmek çok basittir. Zor olan kabloların nerede olduğunu bulmaktır.

Saldırı için gereken belge ve araştırmaları bulmanın zorluğunu gördük: bir noktada bu vazgeçilmez olur. Bir noktada, teknoloji bilgisi şart olur. Bizim fikrimize göre, gelecek birkaç sene içinde devrimcilerin en büyük sorunu bu olacaktır.

Geleceğin toplumunda, pek çok yoldaşın kendi kendini yöneten toplum olarak bahsettiği toplumda bilgisayarlardan faydalanacak mı, bilmiyorum. Yeni teknolojilerin çoğundan faydalanılıp faydalanılmayacağını bilmek de imkânsız. Aslında, bu farazi geleceğin toplumunda ne olup ne olmayacağını bilmek imkânsız. Bir noktaya kadar bilebildiğimiz tek şey şu anla ve yeni teknolojilerin kullanımının etkileri ile ilgili. Ama bu konuyu zaten tartıştık, bu yüzden tekrarlamanın faydası yok. Anarşistlerin görevi saldırmak, ama kendi örgütsel çıkarları ya da niceliksel büyümeleri açısından değil. Anarşistlerin savunacak sosyal ya da örgütsel kimlikleri yoktur. Yapıları daima resmi olmayan niteliktedir, bu yüzden saldırıları, gerçekleştiği zaman, kendilerini savunmak için (ya da daha kötüsü, kendi propagandalarını yapmak için) değildir, herkese saldıran düşmanlarını yok etmek içindir ve bu saldırma kararında teori ve uygulama birbirine karışır.

Ufukta tarihte benzeri görülmemiş bir kapitalizm türü belirdi. Neo-liberalizmden bahsedildiğini duyduğumuzda, aslında kastedilen budur. Global egemenlikten bahsedildiğini duyduğumuzda, bahsedilen proje budur, eski iktidar kavramı, eski emperyalizm değil. Reel sosyalizm bu proje karşısında, bu muazzam hâkimiyet kapasitesi karşısında yıkıldı. Eski kapitalizm bağlamında böyle bir şey asla olamazdı. Artık dünyanın iki zıt kutba bölünmesine ihtiyaç yok. Yeni kapitalist emperyalizm hayret uyandırıcı türde. Projesi şu: dünyayı dâhil edilen küçük bir çekirdeğin çıkarına, büyük bir dışlanan kitlesi pahasına idare etmek ve bu projeler için olası her tür yöntem zaten kullanılıyor –dünya kadar eski, duruma göre, savaş, baskı uygulama, barbarlık gibi eski yöntemlere ek olarak bahsettiğimiz yeni yöntemler. Bu şekilde, örneğin eski Yugoslavya’da, insanların kapasitelerini olabildiğince azaltmaya yönelik şiddetli bir savaş sürüyor. Sonra, bu mutlak yıkım durumuna, böylesine bir mutlak ve eksiksiz sefalet içinde muazzam bir yardımmış gibi görünecek küçücük bir insani yardım ile müdahale edilecek.

Savaş olmasa eski Yugoslavya gibi ülkelerin ne durumda olacağını düşünün. Batı Avrupa’nın kapılarında, sınırlarımızda, Avrupa Birliği’nin yanı sıra büyük bir barut fıçısı, hiçbir ekonomik müdahalenin Batı tipi tüketimcilik düzeyine çıkartamayacağı sosyal çelişkiler. Tek çözüm savaştı, dünyadaki en eski araç ve bu kullanıldı. Amerikan ve dünya emperyalizmi Somali ve Irak’a müdahale ediyor ama eski Yugoslavya’ya müdahale edecekleri konusunda pek az kuşku var çünkü bu bölgedeki isyan olasılığı sıfıra indirgenmeli. Bu yüzden, duruma göre, ilgili ekonomik ve sosyal bağlama göre, yeni yöntemlere ek olarak eski yöntemler de kullanılıyor.

Büyük dehşet cephanesindeki en eski silahlardan biri ırkçılıktır. Irkçılık ve onunla ilişkili bütün ahlaksızlıklar (neo-nazizm, faşizm vs.) konusunda, bir an için kapitalist yeniden yapılanmanın farklılaştırılmış gelişimine bakalım. Sorunu anlamak için, kapitalist yeniden yapılanmanın sihirli değneğini sallayarak tüm sorunlarını çözemeyeceğini görmemiz şarttır. Kapitalist yeniden yapılanma tüm dünyada pek çok değişik durumla karşı karşıyadır ve bunların her biri değişik sosyal gerilimlere sahiptir. Şimdi, bu sosyal gerilim durumları, her birimizin içinde, derinliklerinde var olan, bir kenara bıraktığımız, defettiğimiz şeylerin yüzeye çıkmasına sebep olmaktadır. Irkçılık, milliyetçilik, farklı olandan, yeni, AIDS, eşcinsel olandan korkmak, hepsi içimizde gizli dürtülerdir. Kültürel üstyapımız, devrimci bilincimiz, bayram kıyafetlerini giydiği zaman onları siler, hepsini saklar. Sonra, bayram kıyafetlerimizi çıkardığımız zaman, bütün bunlar tekrar ortaya çıkmaya başladı. Irkçılık belası her zaman vardı ve kapitalizm onu kullanmaya her zaman hazırdı. Son birkaç sene içinde sosyal gerilimin hızla tırmandığı Almanya gibi yerlerde, bu daimi gelişim içinde oldu. Kapital ırkçılığı kontrol ediyor ve onun bazı taraflarını kullanıyor, ama dünya gücünün genel idaresinin demokratik, tahammülkar, mümküncü bir doğası olduğu için ondan korkuyor da. Kullanma fikri açısından, kapitalist projenin parçası olan her şey (ideoloji, korku, vs.) var olabilir. Sanayi sonrası kapitalizmin ırkçılığa karşı olduğunu kesin olarak söylemek imkânsızdır. Ana niteliklerinden birkaçını, örneğin demokratik doğasını görebiliyoruz, sonra aniden keşfediyoruz ki belirli bir ülke bağlamında, aynı teknolojik olarak gelişmiş kapitalizm yüz sene önce kullanılan yöntemleri kullanıyor: ırkçılık, Yahudilere zulmedilmesi, milliyetçilik, mezarlıklara saldırı, insanın tasarlayabildiği en nefret edilesi ve iğrenç şeyler. Kapital çok yüzlüdür, ideolojisi her zaman Makyavelisttir: aslanın gücünü, tilkinin sinsiliğini kullanır.

Ama kapitalizmin dünyanın her yerinde kullandığı ana araç yeni teknolojilerdir. Kafamızı karıştıran çok şeyi açıklığa kavuşturmak için bunu biraz düşünmeliyiz, yoldaşlar ve bunu yaparken aynı zamanda bu yeni teknolojileri, yeni sosyal koşullarda, devrim sonrası durumunda, çıkarımıza kullanma yollarını düşünmeliyiz. Eski teknolojilerden yenilerine nasıl niteliksel bir sıçrama yapıldığını hepimiz gördük –yeni teknolojiler derken bilgisayar teknolojilerini, lazerleri, atom ve atom-altı parçacıklarını, yeni malzemeler, insan, hayvan ve bitkilerin genleri ile oynanmasını kastediyoruz. Bu teknolojiler eskilerinden çok farklı ve onlarla pek az ortak noktası var. Eski teknolojiler kendilerini, malzemeyi dönüştürmek ve gerçekliği değiştirmek ile sınırlıyordu. Buna karşın, yeni teknolojiler gerçekliğe işlediler. Onu yalnızca dönüştürmüyorlar, onu yaratıyorlar, moleküler değişiklikleri, olası moleküler dönüşümleri teşvik etmekle yetinmiyorlar, her şeyin ötesinde zihinsel bir dönüşüm yaratıyorlar. Normalde televizyonun nasıl kullanıldığını bir düşünün. İletişim aracı içimize, beynimize işledi. Gerçekliği görme ve anlama kapasitemizi değiştiriyor. Aslında, anarşistlerin çoğu bu modern teknolojiler kalabalığını kullanmamanın mümkün olduğunu düşünmüyor.

Bu konuda süregelen bir tartışma olduğunu biliyorum. Bununla beraber, bu tartışma bir yanlış anlaşmaya dayanıyor. Yani, radikal olarak farklı iki şeye aynıymış gibi yaklaşmaya çalışıyor. Eski devrimci rüya, diyelim ki İspanyol anarko-sendikalizm, iktidara saldırma, iktidarı altetme, böylece işçi sınıfının üretim araçlarına el koymasını ve onları geleceğin toplumunda daha adil ve özgür bir şekilde kullanmasını sağlama düşüydü. Artık bu yeni teknolojileri daha adil ve özgür bir şekilde kullanmak imkânsız olacak; çünkü önümüzde dünün eski teknolojileri gibi pasif bir şekilde durmuyorlar; dinamikler. Hareket ediyorlar, içimize, derinliklerimize işliyorlar, işlediler bile. Saldırmakta acele etmezsek, saldırmak için neye ihtiyaç duyduğumuzu artık anlayamayacağız ve bizim teknolojileri ele geçirmemiz yerine, teknolojiler bizi ele geçirecek, bir sosyal devrim vakası olmayacak, kapitalizm teknolojik devrimi vakası olacak.

İşte bu yüzden bu yeni teknolojilerin devrimci bir şekilde kullanılması imkânsız. Yanlış anlama, savaşın olası devrimci kullanımı hakkındaki eski yanlış anlamaya benziyor, pek çok tanınmış anarşist Birinci Dünya Savaşı patladığında bu yanlış anlamaya kurban gitmişti. Savaşın devrimci bir şekilde kullanılması imkânsızdır, çünkü savaş her zaman bir ölüm aracıdır. Yeni teknolojilerin devrimci bir şekilde kullanılması imkânsızdır, çünkü yeni teknolojiler hep ölüm araçları olacaktır. Yani bize kalan tek şey onları yok etmek… saldırmak, şimdi, gelecekte değil, proje tamamlandığı zaman değil, kendilerini aldatanlar bundan vazgeçtiği zaman değil, şimdi sabote etmek, şimdi saldırmak. Ulaştığımız sonuç bu. Başlangıçta söylediğimizin açığa kavuşturulduğu nokta, yıkıcı saldırı noktası. İşte bu noktada teori uygulama ile birleşiyor ve sanayi sonrası kapitalizmin analizi kapitalizme saldırının aracı oluyor. İsyancı ve devrimci anarşizm için bir araç oluyor ve bu sayede insanın dikkatini kapitalizmin yeniden yapılandırılması projesini mümkün kılan şeylere –insanlara ve nesnelere- ve kimin sorumluluklarının açık olduğuna çekiyor.

Bugün, her zamankinden de çok, eşitsizliğin köküne saldırmak demek bilginin eşitsiz olarak dağıtılmasını mümkün kılan şeylere doğrudan saldırmak demek ve bunun sebebi, ilk defa, gerçekliğin kendisinin bilgisi olması, ilk defa kapitalizm bilgi oldu. Bilginin ayrıntılandığı merkezler, örneğin üniversiteler, bir zamanlar belirli ihtiyaçlar için danışılan tecrit edilmiş yerlerken, bugün kapitalist yeniden yapılanmanın merkezindeler. Bu yüzden, bilginin dağıtılması gerçekten mümkün. Bunun acil bir sorun olduğu konusunda ısrar ediyorum, çünkü gördüğünüz zaman farkı kavramanız mümkün. Ama aralarında hiçbir iletişim olmayan iki farklı bilgi türü arasında –dâhil edilmiş olanların bilgisi ile dışlanmış olanların bilgisi arasında- net bir ayrım olduğunda, artık çok geç olacak. Eğitim kalitesinin düşürülmesi projesini düşünün. Bir zamanlar bilgi edinme için bir araç olan kitlesel eğitimin son yirmi sene içinde bir niteliksizleştirme aracına dönüşmesini düşünün. Bilginin düzeyi düşürüldü, ama sınırlı ve imtiyazlı bir azınlık başka bilgileri edinmeye, Kapital tarafından organize edilmiş özel master dereceleri edinmeye devam ediyor.

Bana göre bu da saldırı aciliyetini ve ihtiyacını gösteriyor. Saldırı, evet. Ama körlemesine değil. Çaresiz, mantıksız saldırı değil. Tasarlanmış, devrimci saldırı, anlamak ve eyleme geçmek üzere gözler iri iri açılmış şekilde. Örneğin, kapitalin var olduğu, zaman ve uzamda gerçekleştirildiği durumların hepsi birbiriyle aynı değil. Bazı bağlamlarda isyan başka yöntemlerden daha ileri bir yöntem, ama yine de kitlesel mücadelelerin uluslararası alanda gerçekleşmesi oldukça mümkün. Mevcut mücadelelere müdahale etmek hala mümkün, yani yerel olsa bile, özel bir sorundan doğan belirli hedefleri içine alan mücadelelere. Bunlara ikincil derecede önem atfedilmemeli. Bu tür mücadeleler de kapitalizmin evrensel projesine zarar verir ve bizim onlara müdahalemiz bir direnç unsuru olarak düşünülebilir, sınıfsal yapının kırılmasını frenleyebilir. Bu akşam burada olan yoldaşların çoğunun bu tür şeyler yaşadıklarını, belirli mücadelelere doğrudan katıldıklarını biliyorum.

Bu yüzden yeni araçlar icat etmeliyiz. Bu araçlar, ticaret sendikalarının ya da parti önderliklerinin aracılığı olmadan mücadelelerin gerçekliğini etkileme kapasitesine sahip olmalı. Sınırlı olsa bile açık hedefler önermeli, evrensel değil özel hedefler, kendileri içinde devrimci olmayan hedefler. Belirli hedeflere işaret etmeliyiz, çünkü insanların çocuklarını beslemesi gerek. Herkesin evrensel anarşizm adına kendini feda etmesini bekleyemeyiz. O zaman, anarşist olarak bizim varlığımız insanları kendi çıkarları uğruna mücadele etmeye yöneltme görevini görür, çünkü bu hedeflere ancak doğrudan otonom mücadeleler aracılığı ile ulaşılabilir ve bir kez hedefe ulaşınca, çekirdek solar ve kaybolur. Sonra yoldaşlar farklı koşullar altında yeniden başlar.

Hangi yoldaşlardan bahsediyoruz? Hangi anarşistlerden bahsediyoruz? Çoğumuz anarşistiz, ama kaçımız gerçek, somut eylemlere hazırız? Bugün burada olan kaç kişi meselenin eşiğinde duruyor ve şöyle diyor: mücadelede varız, projemizi öneriyoruz, sonra işçiler, sömürülenler dilediklerini yapıyor. Bizim işimiz bitti. Vicdanımız rahat. Temel olarak, anarşistin işi propaganda değilse ne? Anarşistler olarak, tüm sosyal sorunların çözümünü biliyoruz. Bu yüzden kendimizi sorunun sonuçlarının acısını çeken insanlara sunuyoruz. Çözümümüzü öneriyoruz, sonra eve gidiyoruz. Hayır, bu tür anarşizm sonsuza dek ortadan kaybolmak üzeredir. Kalan son mumyalar tarihe aittir. Yoldaşlar mücadelelerin sorumluluğunu doğrudan ve kişisel olarak kendi üstlerine almalıdırlar, çünkü sömürülenlerin mücadele etmesi gereken hedef ve genellikle mücadele etmedikleri hedef ortak bir hedeftir, çünkü biz de onlar kadar sömürülüyoruz. Biz ayrıcalıklı değiliz. İki farklı dünyada yaşamıyoruz. Onların (sözde kitlelerin) bizden önce saldırmasını gerektirecek ciddi bir sebep yok. Onların yerine bizim saldırmamız gerektiğini neden hissedelim, bunu da göremiyorum. Kuşkusuz ideal olan kitle mücadelesidir. Ama kapitalist yeniden yapılandırmanın karşısında, anarşistler sorumlu hissediyorlar ve kişisel olarak, doğrudan, kitle mücadelesinin işaretlerini beklemeden saldırmaya karar veriyorlar. Çünkü kitle mücadelesi asla gerçekleşmeyebilir. İşte yıkıcı eylem burada gerçekleşiyor. Çember işte burada kapanıyor. Ne bekliyoruz ki?

Sonuç, bireysel yıkım eylemleri. Ama burada önemli bir itiraz geliyor: insan bir bilgisayarı paramparça etmekle ne kazanır? Bu teknoloji sorununu çözer mi? Bu soru, önemli bir soru, sosyal sabotaj hipotezi üzerinde çalışırken gelmişti bize. Şöyle deniyordu: bir direği yok etmekle ne sonuç elde edilir? Her şeyden önce, sabotaj sorusu teknolojinin uç noktalarında değil iletişim ağına yöneltilmeli. Yani teknolojinin ülkeye nasıl dağıtıldığını bilme sorununa geri dönüyoruz ve bir anlığına konudan ayrılmama izin verirseniz, burada ortaya çıkan ciddi bir soruna işaret etmek istiyorum. Kendime “ciddi sorun” terimini kullanma izni veriyorum, çünkü belirli bir insana saldırarak gizli, silahlı bir organizasyonun ne yaptığını düşündüğü ile teknolojik bir gerçekliğe saldırarak anarşist isyancı bir yapının ne yaptığını düşündüğü arasında bir karşılaştırma yapıldı ve sonuç olarak aralarında fazla fark olmadığı iddia edildi. Ama bir fark var, hem de önemli bir fark. Ama bu insanlar ile nesneler arasındaki fark değil. Çok daha önemli bir fark, çünkü gizli, silahlı bir organizasyonun hedefleri merkezcilik hatasını içeriyor. Kişiye saldırırken, organizasyon Kapital’in merkezine saldırdığına inanıyor. Bu tür bir hata anarşist isyancı organizasyonda imkânsızdır, çünkü o teknolojik bir gerçekleşmeye (ya da bu gerçekleşmeden sorumlu kişiye) saldırdığı zaman, bir Kapitalizm merkezine saldırmadığının tamamen farkındadır. Seksenlerin ilk yarısında, İtalya’daki nükleer tesisler aleyhine dev kitle mücadeleleri yapıldı. Bunların en önemlilerinden biri, Comiso’daki füze üssüne karşı olanıydı. Bu bağlamda base nuclei kavramını fark ettik. Üç sene boyunca yerel halkın yanında mücadele ettik. Bu bir kitle mücadelesiydi ve muhtelif sebeplerden dolayı üssün inşasını engelleyemedik. Ama bizim düşündüğümüz tek mücadele türü değil bu, yalnızca isyancı anarşistler olarak katılabileceğimiz olası mücadelelerden biri, olası pek çok aracı mücadelelerden biri. Bir başka yönde, takip eden senelerde İtalya’da elektrik üretim tesisleri ile ilgili yapılara dört yüzden fazla saldırı düzenlendi. Kömürle işletilen elektrik üretim tesislerine sabotaj düzenlendi, yüksek voltajlı direkler yıkıldı ve bunların bazıları bütün bir bölgeye güç sağlayan dev direklerdi. Bu mücadelelerin bazıları kitle mücadelelerine dönüştü; bazı sabotaj projelerine kitle müdahalesi oldu, bazılarına olmadı. Kırsal alanda, karanlık bir gece, ismi bilinmeyen yoldaşlar bir direği patlatıyordu. Bu tür saldırılar tüm ülkeye yayıldı ve bana göre iki ana niteliği vardı: Sermayeye karşı kolayca gerçekleşen bir saldırı türü oluşturuyorlardı ve bunu yaparken çok yıkıcı teknoloji kullanmıyorlardı ve ikinci olarak, kolaylıkla taklit edilebiliyorlardı. Herkes gece bir yürüyüşe çıkabilir. Sağlıklıdır da. Yani anarşistler pasif kalıp kitlelerin uyanmasını beklememişler, kendileri bir şey yapmayı düşünmüşlerdir. Hakkında bilgimiz olan dört yüz saldırıya ek olarak, dört yüz eylemin daha yapılmış olması mümkündür; Devlet bu eylemleri gizliyor, çünkü onlardan korkuyor. Tüm ülkeye kılcal damarlar gibi yayılan bir sabotaj salgınını kontrol altına almak imkânsız olurdu.

Dünyadaki hiçbir ordu bu tür eylemleri kontrol etmeyi başaramaz. Bildiğimiz kadarıyla, bilinen dört yüz saldırı ile bağlantılı olarak tek bir yoldaş bile tutuklanmadı.

Burada konuyu toparlamak istiyorum, çünkü yeterince çok konuştuğumu düşünüyorum. Bizim isyancı seçimimiz anarşisttir. Karakterimize bağlı bir seçim, yüreğimizden gelen bir seçim olmaya ek olarak, mantığın seçimi, analitik düşüncenin bir sonucu olduğunu da söyleyebiliriz. Bugünkü global kapitalist yeniden yapılanma hakkında bildiklerimiz, hemen, yıkıcı müdahaleden başka anarşistlere açık yol olmadığını göstermektedir bizlere. İşte bu yüzden isyancıyız ve her tür ideolojiye ve gevezeliğe karşıyız. İşte bu yüzden anarşizm ideolojisine ve anarşizm hakkındaki bunca gevezeliğe karşıyız. Meyhane sohbetleri zamanı sona erdi. Düşman bu büyük salonun hemen dışında, herkesin görebileceği bir yerde. Bu yalnızca ona saldırma meselesi. İsyancı anarşist yoldaşların zamanlamayı ve yöntemi nasıl seçeceklerini bildiğinden eminim, çünkü bu düşmanın yok edilmesi sayesinde, yoldaşlar, anarşiyi gerçekleştirmek mümkün olacak.

FÜTÜRİST SALDIRI



FERAL FAUN



Fütürist Saldırı, halen bir çok benin ironik ve samimi örgütsüz şizofrenik dalgalanmalarıdır. Fütürist’ler gibi, bizler de geçmişe karşı saldırıya geçiyoruz fakat onların saldırılarının sınırlarının farkında olarak, ama kısıtlı saldırılarının ironik maskaralığında ve ayrıca kendimizi hayal edilemeyen yeni yaşam galaksilerinin yaratıcıları haline gelmek için uğraşmak yerine geçmişin hayal edilemeyen altın çağına dönme hasretini çeken nostaljik primitivist teknoloji ve uygarlık karşıtı çılgınların sisli gözlerinden ayırt etmek için, adlarını onları şereflendirmek için çalmıyoruz. Onlar da geçmişten gelen ölü birer ağırlıktırlar ve her zaman öyleydiler. Fütüristler geçmişi retlerinde başarısız olmuşlardır çünkü onlar bugünü ve geleceği kucaklamaktadırlar. Fakat gerçek olmayan bugünde bizler geçmişin saf bir şekilde en yüksek noktasını –tüm olmuş olanların toplamını- deneyimliyoruz. Teknoloji de sadece geçmiştir ve gayretleri bize musallat olur ve köleleştirir. Uygarlık mı? Ağzının suyu akan pürtüklü suratı olan dermansız bunaklık, bizi tiksindirir. Teknolojinin fütürist yüceltisi tüm yaşamın üzerinde geçmişin saltanatının yüceltilmesidir. Ve gelecek sadece bugünün ve geçmişin genişletilmesi olarak var olduğundan beri, yok edilmek zorundadır. Fütürist Saldırı fütürizme her biçimiyle saldırır. Bizler zamana ve onun tüm projelerine ve ürünlerine saldırırız. Bizler zamansızlığın yaratımına başladık; kökenleri sevindirici bir şekilde unutulmuş olan abide olmayan ama toz içinde oynanabilen oyuncakların harabesinin yaratımına başladık; kendi kendini yaratan yaşamla birlikte bereketli ormanların ortasında ufalanan bir taş, paslanan bir metal ve her birimizin yaşamlarının her anı bilinçli bir şekilde ve tutkuyla hiç bir geçmiş, bugün veya gelecek düşüncesiyle –ki bu doğru olarak hakikidir—yaratılamayan geçmişin/bugünün/geleceğin kalanı olan bir dünyanın yaratımına başladık.

Fütürist Saldırı’nın kültürel kalıtımları korumada her ne olursa olsun bir ilgisi yoktur. Kalıtımları korumak sadece tüm kalıtımlar yöneten güçlere ait olduğundan beri onlara hizmet eder. Gönülden unutulmuş bir canavarın çürümesiyle birlikte vahşi ve dağınık bir orman –ölü bir uygarlık- her biri birer uygarlık olan köleleştirmeye ve insan kurban edilmesine abidelerin inşa edilmesi ve uygun bir şekilde uydurulması ile tertemiz olarak budanmış bir çimenlikten daha geniş bir oyun alanı yaratır…Tüm müzeler ve ölü ucubelerin övülmesindeki retoriğe yüksek saygı yıkılsın—geçmişin bu batıl inançlı övgüsü yok olsun! Anıtlara Hayır! Kendi vaktinden önce doğmuş çocuklarını tamamen kapsayan geçmişi yok et: yaşamlarımızı tahakküm altına alna gerçek olmayan bugünü ve üstü pasla kaplanmış geleceği yok et! Bizler kendimiz için hiçbir şeyden yarattığımız bir şeyden daha küçük olan şeyden daha yüceyiz…Şimdi bizler harabeler yaratacağız…Ve sonra yeni ve hayal edilememiş olanı…

Benim dünyadaki yerim: Düşman, Yabancı, Göçebe olmaktır…Hatta “alternatif” kültürlerin dünyasında bile benim yerim budur. Saldırım birleşik ve şifreli bir dünya isteyen herkese yöneliktir. Tüm kodlamaları reddettiğimden dolayı ben bir yıkıcıyım. Neşeyle, Saldırmak zorunda olduğum için suç işlerim ve saldırırım! Hileleri açığa çıkartırım, acımasızca dalga geçerim, ve aptallardan seve seve düşman edinirim. Eğer yalnız isem, bunun nedeni diğerlerinin kendi kendine yaratılan yaşamın havansı temizlemek için geçmişe batıl olarak ibadet edilmesi batağına tercih ederek tırmanmaya korktuğu bir doruk noktasında olduğumdur.

Enkazlar hayret verici ve şaşırtıcı oyun alanlarıdırlar. Güzellikleri geçmişte ne olmuş olduklarıyla değil, şu an ne oldukları ve ne olabileceğinden gelir. Çok fazla harabe kristalize edilmiş kültürlerin koruyucuları tarafından korunmaktadır. Özgür oyuna izin yoktur. Çünkü hepsinin ölü kültürleri şereflendirdiği düşünülür –peki ama ölü neden şereflendirilir ki? Her şey ölür- Bunda bir şeref yoktur. Harabeler harap olmadan önce, hepsi baskı, saplantı, hurafe ve en unutulmuş olan ahmaklık için yapılmış anıtlardır. Fakat harabeler olarak, onlar çok güzeldirler—harabeler geçmişteki şanlarının sembolleri değildirler fakat uygarlık bataklığının dışındaki yaşam için olasılıkların işaretidirler. Harabelerin ortasında oyun oynamak – bir zamanlar tüm yabanılı zaptetmeye çalışmış olan uygarlığın ortasında vahşiye gitmek—gerçekten mükemmel bir şeydir. Ama harabeler yaratmak en iyisidir! Uygarlık varoldukça –toplum çoğu insanın yaşadığı şekilde yaşamasını sağladıkça—en yaratıcı eylem harabelerin yaratımı olacaktır. Geceleri çarpışmalar ve patlamalar – her hangi bir senfoniden daha güzeldir! Ufalanan taşların ve duvarcıkların yığınları –geçmişin kör edemediği her hangi bir heykelden göze daha sevindiricidir! Küller rüzgarda savrulur – bir milyon şiir kitabından çok daha şiirseldir! Kuralsız oyunlar ve koreograflaştırılmamış, çılgın danslar için şaşırtıcı oyun alanları ve zeminler yaratın…Yık!

Çevremdeki kültürün Pazar yerini daha ilgi çekici görebilir miyim? Tüm kültürden nefret eden biri olarak nasıl yapabilirim? Bir volkan gibi beynim kaynıyor. Geçmişin şanının bir işareti olmayan ama insanlar kendi kendilerini yaratan bireyler olarak çiçek açsın diye, kültürün yok olduğu bir dünyanın şaşılacak olasılıklarına işaret eden bir parmak olan harabeleri yaratmak için yanan bir taşkınla bu şehri uçurmak, parçalara ayırmak ve boğmak istiyorum.

Yaratacağımız dalgalanan, şizofrenik yaşamlardır. Eğer toplum bizi katı yapıyorsa, bizler gevşeyeceğiz…Toplum bizi zırhlandırıyorsa, bizler ayı derisi gömleklerimizi çıkartacağız…Eğer yapılanmış hale gelirsek, bu yapıların harabelerini yaratacağız ve bereketli güzellikte büyüyen bir orman gibi harabeler yaratacağız. Yıkılacak çok şey var böylelikle yaratılacak da çok şey var. Sessiz kalacak çok şey var böylelikle şarkı söylenecek çok şey var. Yaşamlarımızın müziğini çizebilen renkler sahası duyulmaya başlanmadığından dolayı—veya sadece belirli bir mesafede duyulduğundan—bugünkü varlığımızın sınırlarını güçsüz, ahenksiz ve diğer dünyalara bir çağrı olarak bir çoğu tarafından yanlış duyulmuş olan, cennet görüşleri olarak yanlış görülmüş olan bir ses aşamaz….Hayal etmenin sömürgeleştirilmesi bunu fantezileştirerek yaratıcı zekayı yok eder….Fakat çok azımız bu renkleri kendi parçalarımız olarak daha net bir şekilde duyarız – halen mevcut olmayan (momentler dışında) çünkü bu sosyal bağlamların kısıtlamalarından özgürleştirirsek yaratabileceğimiz kendilerimizdir. Kendiler, karşılıklı etkileşimlerimizin daha ötesini yaşayabileceğimiz sınırlar içinde belirlendiği sosyal ilişkiler tarafından kurulmadan ve hiçbir şey üzerinden olmadan bilinçli bir şekilde yaratılmıştır. Şimdi hiçbir dil, maksatlı ve bilinçli olan bu yoğunluğun ve tutkunun bu varlık biçimini tanımlamak için var olur, çünkü böyle bir dilin daimi olarak yaratılması ve yok edilmesi ve her anın yaratımıyla birlikte yeniden yaratılması gerekir. Bildiğimiz gibi tüm dil, geçmişi genişleten toplumu yeniden üretecek olan olasılıkları kısıtlamak için düşünce ve algının parametrelerini tanımlamak için yaratılmış sosyal bir yapımdır…Her yerde– gazetelerde, pop şarkılarında, kitaplarda ve TV’de –dilin bizi basitçe, seçimlerimize kısıtlı alan veren düşüncelerimizi maniple eden dili görebiliriz. Buna karşı onu altüst etmek ve altını kazımak için dili kullanmak stratejimizdir. Her zaman zor, kuşkulu ve deneysel bir proje ayrıca hataları maceranın bir parçası olan bir oyun… Dili bu şekilde kullanmak dilin harap edilmesine ve ayaklarını sürüyerek yürümesine çabalamaktır.

Bizler yanlış anlamış olmaya sıçramış bulunmaktayız ve bizi yanlış anlamış olan aptallara gülüyoruz! İyi niyet doğrultusunda iyi niyetli manasız işler ve tüm dogmacılar doğrultusunda zincirsiz zulüm, olasılıklara gardiyan olacaktır. Bu şekilde bizler anlayış da olduğu gibi yanlış anlayışta da cümbüş yapmayı öğreniriz ve saygı değer aleyhtarlardan zevk alırız. Halen bir kama gibi işaret edilmiş dili akıcı yapmak, bir nehir gibi akmak, dilin sosyal amacıyla çelişir ve mükemmel bir dans sağlar – yıkıcı dil silahını bileyen değişmez bertaraf edişleri olan askeri bir sanat sağlar…Tüm bu söylemiş olduklarımla, bizler radikal hiçbir dilin olmadığının sadece özgür ve zorunlu olmayan ifade biçimini yaratmak için onun altını kazımaya ve onu yıkmaya amaç edinmiş dilin kasıtlı ve radikal olarak kötüye kullanılmasının olduğunun farkındayız. Fakat birileri kıyamet hurafesine inanmadıkça, köşe başındaki ani ve mucizevi bir dönüşümde bu süreç, anti-sosyal yollarda iletişimin diğer sosyal modları ve dilin diyalektik kullanımıyla buluşur. Bizler bir toplumu oluşturan gündelik yaşam etkileşimlerinin sosyal biçimlerinden –toplumlarda, her yerde gündelik yaşamı tanımlamış olan sosyal kodların, rollerin ve ilişkilerin tüm ağı – bahsediyoruz. Bunlar asi bireyler olarak Fütürist Saldırı’nın zeka ve hırslı oyun yoluyla altüst etmeye ve altını kazımaya çalıştığı şeylerdir.

30 Ekim 2009 Cuma

Sitüasyonist Enternasyonel’i Tekrar Hatırla(t)mak




GÖK

“Gösteri, ekonominin verimli toprağında beklenmektedir ve sonunda gösteri piyasasına hâkim olması gereken bu toprağın mahsulüdür.”
Guy Debord







Kültürel, politik, ekonomik, sosyal her cepheden planlı tacizi içeren Sitüasyonizm, yaşadığımız topraklarda hak ettiği ilgiyi, sahiplenmeyi, pratik karşılığı tam manasıyla alamamış bir siyasal/kültürel akım olarak tasvir edilebilir. Guy Debord ve Sitüasyonist Enternasyonel (SE), gerek mevcut reel siyaset sahnesinde, gerekse de bizzat toplumsal pratiğin içinde önemli bir rol oynadığı dönemlerde dogmatik/muhafazakâr solun kanaat önderleri tarafından ciddi olarak tartışılmamış, dolayısıyla hakkı da teslim edilmemiş, değerini keşfedebilmek için özel bir ilgi bekleyen gizemli bir akım pozisyonunda tarihin sayfalarında kendine yer bulabilen nostaljik bir felsefi öğeye indirgenmiştir. SE, ‘en alakadar’ olanlar tarafından bile totalleştirici bir retorik, temsiliyete yönelik metafizik bir düşmanlık olarak tanımlanmış, Debord ve SE’nin çağının ufkunu açan kuram ve pratikleri sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulmamıştır.

Kendiliğindenliğin sözcük olarak telaffuzunun bile tüylerini ürpertmeye yettiği muhafazakâr solun görüş alanından SE oldukça sıra dışı ve ayrıksı görünmektedir. Coğrafyamızın arkaik ön kabullerine yaslanan ‘sol’cuları nezdinde ise Sitüasyonizm, içeriği belirsiz hoş bir sedaya denk düşer. Özellikle Debord’un “Gösteri Toplumu” yüzyılın en önemli yapıtlarından biri durumundayken, SE’nin Cezayir Savaşı’ndan Watts Ayaklanması’na kadar gündemine aldığı, üzerine fikir yürüttüğü konu ve olaylar apaçık ortadayken bile geleneksel sol, ne acı ki bu felsefi akımın özgünlüklerini kavrayabilecek zihin açıklığına sahip olamamıştır. Hatta tam tersine, Sitüasyonizmin en az sistem ve muktedirler kadar, sistemin değer yargılarını kendi kişiliğine ve yaşamına içkin kılmış toplum katmanlarına karşı yükselttiği radikal eleştirel söyleminin geleneksel solun tekdüze formülasyonlarına anti-tez oluşturması, SE’ye söz konusu kesimler tarafından antipati duyulmasına gerekçe teşkil etmiştir.

Guy Debord ve SE üzerine belli başlı hatırlatmaları yapmanın, imrenilecek pratiklere denk düşen eyleyiş hallerini tekrar anımsatmanın, ‘sol’un isyancı epistemolojiden uzaklaşarak, giderek hâkim ‘gösteri’ kanalları içinde konformist bir aktör durumuna dönüşmesine dönük uyarıcı bir etki yaratacağını umalım ve SE’nin kuramsal gelişiminin satırbaşlarına yakın plandan bir göz atalım.

Debord, Sitüasyonizmi ete kemiğe büründürecek siyasal güzergâhını inşa etmeye siyasal ve sanatsal hareketliliğin beşiği olan 60’lı yılların Paris’inde Lettrist saflarda başlar. Lettrizmin özgün ideolojik çizgisi, bir teritoryaya ait olmama ve ulusal ideolojiyle özdeşleşmeme haliyle kendini kurmasıyla şekilleniyordu. Lettristlere göre proletarya, kaygı duyacağı ve kaybedeceği mülkiyetlere sahip bir sınıf olduğundan reddediliyor, devrimci potansiyel ise gençliğe atfediliyordu. O günlerde Lettrist Enternasyonel’i oluşturmaya yönelen Guy Debord, Paris sokaklarını boyalı kumaştan elbiseleriyle grafittilerle donatır : “Asla çalışma”, “Mola vermeden yaşa”… Kısacası Lettristler, arzunun şiire dönüştüğü, o günlere kadar pek de rastlanmayan yeni bir dille konuşmayı başarırlar.

Zaman içinde grup kendini gençlik alt-kültüründen Sitüasyonist Enternasyonel’e, farklı ve yeni bir devrimin seslendiriciliğine doğru dönüştürdü. SE’nin üyeleri sanat ve politikanın yeni bir kulvarda harmanlanışını ifadelendiriyorlardı. Bu çabanın özneleri “yapılandırılan bir hayat alanı” yoluyla durumlar var ediyorlardı. Durumların yapılandırılmasıyla uğraşan kişi ise SE’nin üyesi oluyordu doğal olarak.

Böylelikle SE dergisini de çıkarmaya başladılar. Kuramsal denemeler ve radikal karşıtlıklar barındıran SE dergisi, kendi döneminde birçok eylemciye esin kaynağı işlevi gördü. SE, sanatsal avangard, sürrealizm gibi eğilimleri ‘tuhaf’ addediyor ve dışlıyordu. Sitüasyonistler nezdinde radikal politikanın avangard sanat karşısında çok daha öncelikli bir konumu vardı. Hatta SE, bu bağlamda çubuğu avangard sanata, estetik meselelerine çekmeye çalışan öznelerinden birçoğunu dışlamaktan imtina etmemişti. Nitekim SE dergisi, bu dışlama anlayışını yayın süreci boyunca 70 üyesinden 45’ini ihraç ederek de pratikte göstermişti.

SE, hiyerarşik örgütlenmeyi reddediyor, “örgütlenmenin kendi içinde yeni tür insani ilişkiler kurmak” olduğunu savunuyordu. Topluluğun içinde hiyerarşi yoktu, herkes eşitti ve deneyler kolektifti. Eylemler ve metinler birlikte üretilir ve bu metinler genellikle imzasız yayımlanırdı. İktidarın, ikamecilik ve temsiliyet ilişkilerinin yeniden üretilmesiyle var edildiğini derinden kavramış bir duyarlılığa sahiptiler Debord ve yoldaşları. Grubun her üyesi daha önceki sosyal ilişkilerinin, alışkanlıklarının silinmesini içeren bir arınma töreninden geçiyordu. Bu arınma sürecinde duraksayanlar ve geçmişin yozluğunda ayak sürüyenler acımasızca tasfiye ediliyordu. Böylesi bir kolektif uyanıklık, ideallerin kurumsallaşarak reforme olmasının, konformizmin kök salmasının önünde barikat misyonu oynuyordu.

SE’ye göre proletarya, uzun bir sessizlik döneminin ardından devrimin öncü kolu olarak geri dönmüştü. Sistem içi reform talepleriyle direnen işçilerin bu tespitle çelişkisini ise işçilerin “devrim istemiş olsa bile bunu söylemediğini, çünkü tutarlı ve örgütlü bir kuramdan yoksun olduğunu” iddia ederek açıklamışlardı. Proletaryanın gerçekten istediği ancak ifade edemediği şeyleri ifadelendirecek birilerine ihtiyacı vardı, ve SE bu misyonu herhangi bir kuramsal kibire kapılmadan, hiyerarşi yaratmamaya özen göstererek üstlenmek arzusunda olan bir gruptu. SE’nin böylesi yatay bir işleyişi sahiplenmesi ve liberter düşünsel üretimi, günümüzde SE’nin pratiğinin çoğunlukla anarşistler tarafından sahiplenilmesinin, analiz edilmesinin nedenlerini anlaşılır kılıyor. Ancak unutmamak gerekir ki Sitüasyonistler kesinlikle anarşist değillerdi. Hatta, bu konuda bizzat Debord, “Son tecrübelerimiz ‘anarşist’ teriminin yeniden kazandığı karışıklığı ortaya koyuyor, ve bence buna her yerde karşı çıkmalıyız” şeklinde bir cümle bile yazmıştır. Sol ahlakçılığa mesafeli olmaları ve özgürlükçü, yaratıcı eyleyiş/düşünüş biçimleri, Sitüasyonistleri ‘anarşist’ olarak adlandırmak için yeterli değildir. Onları illa siyasal bir küme içine dahil etmek gerekirse, kendilerinin de altını çizdiği gibi ‘özgürlükçü komünistler’ olarak tanımlamak daha uygun olacaktır.

Çokça sanıldığı gibi Debord’u sanat planında derdi olan bir estetik kuramcısı olarak sunmaya çalışmak da başka bir yanlıştır. Debord’un tüm üretimlerinde/pratiğindeki esas amaç, sanatı yaşamda gerçekleştirerek aşmaktı. Gündelik hayatın sanatın anlam kazandığı yegâne alan olduğunu savunan Debord’u genel geçer ‘sanatçı’ sıfatlarının steril çerçevesinde anmak büyük haksızlık olacaktır. Nitekim Debord, bu uğurda sosyal bir eylem programı dillendirdi ve kişisel ölçekte bunu tavizsiz uygulamaktan da geri durmadı. SE’nin Mayıs 68’de üstlendiği etkinliğin ve serimlediği kolektif yaratıcılığın arkasında böylesi bir duyarlılık yatmakta. Özellikle 68’in Fransa’sından genç radikaller arasında geçerli olan kültürel/politik değerlerin mayasında tarihsel siyasal akımların (Troçkizm, Maoizm vb.) birçoğundan daha fazla Sitüasyonistlerin hegemonik ağırlığı vardır.

Debord, Marksist meta ve onun fetiş niteliğine ilişkin eleştirileriyle kendi teorisini inşa etti; bugünkü meta fetişizmini ‘gösteri’ olarak adlandırarak ‘gösteri’ nin Marx’taki anlamıyla metadan geliştiğinin sık sık altını çizdi. Debord’a göre, gösteri içinde meta kendini sergiler ve seyirciyi sürekli pasif bir seyire yöneltir. Sanat da pasif bir biçimde seyredilen bir gösteri niteliğine sahip olduğundan kendisi bir çeşit fetişizm biçimidir ve aşılmalıdır. İnsan ilişkilerinin kendisi şeyleşmiş ve fetişizm toplumsal yaşamın doğasını değiştirmiştir. Bu yüzden bu mistifikasyonla her boyutuyla mücadele etmek gerekmektedir. Her yabancılaşma biçimi gibi sanatın da sonu gelmektedir. Dolayısıyla teorisine uygun bir eyleyişi hayata geçirmek isteyen Debord, sanatsal ve politik etkinliği arasında herhangi bir açı farkı olmamasına özel bir önem vermiştir.

SE’ye göre kuram öncü bir eylem olarak her şeyin üzerindedir. Gösteri iğrençtir, çünkü genellemekle tehdit eder; tıpkı “Parti”nin işçi sınıfının temsilcisi olduğunu iddia etmesi gibi. Debord, her temsiliyetin ikiyüzlülüğün yolunu açtığını belirtir. SE’ciler bu ikiyüzlülüğe tepki olarak her zaman otonom, bağımsız devrimci faaliyetin yanında olmuşlardır. SE, devrimci hareket için geçersiz kılma yöntemiyle de alternatif bir model sundu. Bu modelin kuramsal ayakları, anti-otoriter irade yoluyla, geçmişin putlarını yok sayma hususunda cüretli bir düşünsel rotadan ilerlemek suretiyle inşa ediliyordu.

SE, her ne kadar fiziki mevcudiyetini koruyamamış olsa da yeni bir direniş projesinin oluşturulmasında önemli bir adımdı. SE, ortak dertlere, duyarlılıklara sahip birey ve gruplar için halen yeni sorular sordurma, yaratıcı yanıtlar üretebilme imkânlarını içinde barındıran önemli bir deneyim olarak ışıldamayı sürdürüyor. “Kaldırım taşlarının altındaki kumsal”ı aramaya devam eden her cenahtan Don Kişot için SE hâlâ önemli bir referans.

22 Ekim 2009 Perşembe

KILL YOUR IDOLS!

MASKELERİN ARDINDA ÖZGÜRLÜK VAR



GÖK



"Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır. İçinde hangi kanın aktığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi itaatsizliktir"




1 Ocak 1994 tarihinde o güne kadar dünya kamuoyunun pek de adını bilmediği bir coğrafyadan yükselen ayaklanma, gözleri Meksika’nın güneydoğusuna çevirmişti. Genelde Meksika’nın en yoksul ve dışlanmış topluluğunu oluşturan Maya yerlilerinin yaşadığı Chiapas adlı bu coğrafyada, sömürü dozajını azamiye çıkarmayı amaçlayan kapitalist küreselleşmenin NAFTA’sına karşı doğrudan bir tepki örgütlenmişti - ya da o günlerde hepimiz eylemi salt bununla sınırlı sanmıştık. 70’lerde Latin Amerika’yı sarsan gerilla hareketlerinin çoğu farklı biçimlerde kendini yeniden inşa etmeyi seçmişken, o yıllarda bile kır gerillası mücadelesinin yaygın biçimde kabul görmediği Meksika gibi bir coğrafyada 90’ların ortasında bir anda ortaya çıkan, kentleri ve kasabaları işgal edecek derecede organize olmuş, kar maskelerini yüzlerinden bir an bile çıkarmayan binlerce kadın ve erkek de kimdi? Böylesi bir kitleselliğe ulaşan gizli çalışma nasıl ortaya çıkmıştı?

Zamanla maskelerin altında gizlenen yüzlerin, sanılandan çok daha büyük bir adımın ve düşüncenin yaratıcıları olduklarını hep birlikte öğrendik. Kendilerine EZLN adını veren bu grup, klasik gerillacılıkla da, alışılageldik direniş yöntemleriyle de ilgisi olmayan, daha doğrusu eski mücadele paradigmalarını aşan bir kuruculuğun öznesiydi. EZLN, kendi taleplerini kamuoyuna dillendirdiği metinlerinde çarpıcı bir yaratıcılığı serimliyordu. Uzun zamandır sol ajitasyonun sözlüğünden silinmiş olan edebi doku, Marcos’un imzasıyla yeni bir politik hattın anlaşılır kılınmasında başroldeydi. Bu üslup, kendi mütevazı görüntüsünün ardında son derece derin anlamlar da barındırıyor, Deleuzyen arzu politikasının kitlesel ete kemiğe bürünmesini tüm dünya somut bir örnek üzerinden adım adım izleme şansına nail oluyordu. EZLN, rizomatik ağlar üzerinden kendini kuran, iddialı isimlendirmeler ve evrensel reçetelerden kaçınan bir çeşit postmodern gerilla hareketinin ilk örneğiydi. Öncülük sorunsalını özgürlükçü yatay bağlara ve çoğulculuğa vurgu yaparak aşan, ortodoks siyasetin şablonlarını altüst eden bir isyancı yaşam kuruluyordu Chiapas’ta.

Zapatistler, kendi özgün politika yapma yollarını klasik sol mantıkla, modernist şablonlarla alakası olmayan bir ‘öteki siyaset’ üzerine dayandırdılar. Ne kırdan şehirlere iktidarı fethedecek bir gerilla ordusu, ne de sistemle pazarlık ederek parlamenter sürece balıklama dalan pragmatistler olmak istemiyorlar Zapatistler. Felsefi dayanakları içinde, homojenlik üzerinden örgütlenme ve iktidarı hedefleyerek amaçlarına ulaşma gibi modernizmin kalıp yaklaşımlarına yer yok. Zaten kendilerini ideolojik olarak tarif ederken kullandıkları tanımlardan örgütlenme biçimlerine, hatta bildirilerinde kullandıkları dile bile bakıldığında liberter bir deneyimin mevzubahis olduğu görülüyor. Bu liberterlik, küçük anarşist cemaatlerin ütopya alanında tahayyül ettikleri ‘ideallik’ kıstaslarına göre şekillenen bir şey değildi –iyi ki de değildi ! İdeal yaşam normlarını teorik planda sahiplenmekle hayatın somut sorunlarına somut çözümler üretme sorumluluğunu yüklenmenin birbirinin karşıtı olgular olmadığını maalesef anarşistlerin birçoğu kavramış değil.

Zapatistler somut bir coğrafyada, somut bir topluluğun, somut sorunlarına, dar ulusallık veya belediyecilik sapmalarına kapılmadan küresel bir platformdan çözüm üretmeye çalışırken gündelik yaşamından toplumsal eylem alanına kadar elini taşın altına sokmayan/ sokma niyetini ifşa etmeyen kuramsal anarşistler bu realiteyi kavrayamadı. Bu kavrayışsızlık, anarşistler nezdinde taraf olunması, içinde özne olarak yer alınması gereken bir sürecin/ pratiğin –her zaman olduğu gibi- dışında kalınmasına yol açtı. Yaşadığımız topraklardaki liberal ‘anarşistlerin’ EZLN deneyimine yönelik koordinatlarını bilince çıkarmak için o yıllarda yayımlanan “Ateş Hırsızı” dergisinin “ Maskeler neyi gizliyor” başlıklı dosyasına bakmak bile yeterlidir. Her somut otonomi pratiğinin muazzam sorunlarla boğuşarak kendi öngördüğü özgürlüğü var etmesi gibi bir sorumluluğun mevcudiyeti bu liberaller tarafından asla kavranamaz; beklenir ki bir anda cennet yeryüzünde yaratılsın, yüzyılların kadim sorunları sihirli değnekle dokunulmuş gibi bir anda çözümlensin, ve tabii ki kendi emeklerinin bu sürece katkısı olmadan olsun tüm bunlar ! Bu okuma biçimiyle mesafe almadan anarşistlerin toplumsal planda mızmız seyirci olmaktan başka misyonlarının kalmadığı apaçık bir olgudur. İşin kötüsü ‘anarşistlerin’ birçoğu bu pozisyonda olmaktan son derece memnundur.

EZLN, önderlik rolü üstlenmeksizin Chiapas halklarının hizmetine kendini adamış, ismi ordu olmasına rağmen Marcos’un da dediği gibi “savaşmaktan çok konuşan” bir silahlı güçtür. Özerk yerli topluluklarının konseylerine bağlı olarak çalışır ve “itaat ederek yönetir”. Kural koyucu olmaktan çok boyun eğen bir organizasyon bahsettiğimiz, şablonlara dayanmaktansa yaşamın çeşitliliğini içeren ve ondan öğrenerek adımlarını şekillendiren bir topluluk. Merkezi iktidarı ele geçirerek dönüşümleri yukarıdan aşağıya inşa etmeye dayanan devletçi Marksizmi aşan bir bakış, “YA BASTA” ( ARTIK YETER) duygusunun örgütlenmesidir EZLN’nin varoluşu. EZLN’nin muazzam popülerliği, bulunduğu alanda var ettiği otonomiye ve doğrudan demokrasi yoluyla yaşattığı yatay örgütlenmeye dayanır. Aslında EZLN’ye en çok yakışan ideolojik betimleme, bu hareketin onur ve saygının örgütlenmiş ifadesini yarattığının altını çizerek yapılabilir. Çoklukların özgür yaşamını hemen şimdi, burada örgütlemenin çağımızdaki en önemli deneyimidir Zapatistlerin pratiği.

Böylesine kolayına kaçmayan, kendinden önceki kalıplara yaslanmayan bir deneyimin elbette birçok sorunu da olacaktır. En basit günlük kararların alınabilmesi için bile doğrudan demokrasinin tüm kanallarını kullanmak pratikte işleri yavaşlaştıracaktır tabii ki, hatta böylesi bir tartışma süreci Jakobenlerin hayallerinde bile canlandırmaktan rahatsız olacakları durumları ortaya çıkaracaktır. Ancak sözünü en önemli silahı olarak gören ve bu sözü dünya çapında eşit ilişkiler temelinde paylaşıma/dolaşıma sunan Zapatistler için bu işleyiş hayati önemdedir. Önemli olan özcülük karşıtı akışın geçerliliğini savunabilmektir. Savaşmaktan çok konuşan bir ordu, ‘göstermelik’ komutan veya komutan yardımcısı rütbelerine rağmen itaat etmekle yükümlü kıdemli kadrolar, piramidal hiyerarşinin veya ‘en doğru siyasi hattı’ yukarıdan aşağı dayatma misyonu edinmiş bir partinin olumsuzlandığı, bunlara ihtiyaç duyulmayan bir yaşam tahayyülü…


Bu tablo üzerinden her geçen gün gelişen hareket, kendi imkanları ve zorlukları içinde yürüyüşünü sürdürüyor. Marksistlerin ‘iktidar ele geçirilmeden hiçbir şey değiştirilemez, parti olmadan devrim örgütlenemez’, anarşistlerin ‘ordu örgütlenmesinin olduğu yerde özgürlükçü ilişkiler olmaz, popülist halk dalkavukluğu doğru değil’ eleştirileri arasında yoluna devam ediyor Zapatistler. Hayattan, kendi eylemlerinden öğreniyorlar ve hiçbir ideolojik sektin daraltıcı buyruklarını tanımıyorlar. Uluslararası dayanışmayı yerlerarası dayanışma anlayışıyla zenginleştiriyorlar, devrim şablonunu isyanı daha fazla öne çıkararak sorguluyorlar, kişi kültünü “maskelerin altında hepimiz Marcos’uz” diyerek alt edilmesi gereken bir anlayış olarak gördüklerini ifade ediyorlar. Bunları savunanların bir avuç akademisyen değil yoksul yerliler olduğunun altını çizdiğimizde deneyimin etkileyiciliğini daha net kavramış oluruz.

Salt bu erdemler için bile EZLN yarınlarımız için umut veren bir mücadele pratiği olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. EZLN gibi hareketlerin mevcudiyeti, anarşinin apaçık tezahür edebilmesi için ‘anarşistlerin’ kendi kısır faaliyetlerinden misliyle daha fazla katkı sağlıyor. Bu durum tespiti bile içinde bulunduğumuz evrede anarşist pratik çalışmaların hazin halini ortaya sererek anarşiyi somut bir güç olarak var etmek isteyen aktivistlere görevlerini hatırlatmaya yeterli. Biz isyancılar,‘İçine tüm doğumgünlerinin sığdığı bir doğumgünü’ dileklerimizle, Zapatist hayaller,zalim ‘gerçekçilere’ karşı hep var olsun diyoruz.

19 Ekim 2009 Pazartesi

KARGAŞA PROJESİ İÇİN...


TYLER DİYOR Kİ:

“Burada, yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. reklâmlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde... Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp, gereksiz şeyler alıyoruz.”

“Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok. Ne büyük savaşı yaşadık, ne de Büyük Buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş. En büyük buhranımız hayatlarımız. Televizyonla büyürken milyoner, film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık, ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz. ve bu yüzden giderek öfkeleniyoruz.”

“Sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz. Sizler iç çamaşırı değilsiniz. Sizler dünyanın dans edip, şarkı söyleyen pisliklerisiniz.”

“Sizler özel değilsiniz. Sizler güzel ya da eşi olmayan kar taneleri değilsiniz. Sizler herkes gibi çürüyen organik maddelersiniz.”

THİS İS YOUR LİFE!
“...and you open the door and you step inside---we're inside our hearts. now imagine your pain is a white ball of healing light. that's right, feel your pain, the pain itself, it's a white ball of healing light.---i don't think so. this is your life... good to the last drop, doesn't get any better than this... this is your life, and it's ending one minute at a time... this isn't a seminar and this isn't a weekend retreat. where you are now you can't even imagine what the bottom will be like. only after disaster can we be resurrected... it's only after you have lost everything that you
are free to do anything. nothing is static, everything is appalling, everything is falling apart. this is your life (repeat) it doesn't get any better than this. this is your life (repeat) and it's ending one minute at a time...you are not a beautiful and unique snowflake*... you are the same decaying organic matter as everything else. we are all a part of the same compost heap, we are the all-singing, all-dancing crap of the world. you are not your bank account, you are not the clothes you wear. you are not the contents of your wallet... you are not your bowel cancer. you are not your grande latte. you are not the car you drive... you are not your fucking khakis. you have to give up, you have to give up. you have to realize that someday you will die, until you know that you are useless. i say let me never be complete. i say may i never be content. i say deliver me from swedish furniture! i say deliver me from clever art. i say deliver me from clear skin and perfect teeth. i say you have to give up. i say evolve, and let the chips fall where they may. this is your life (repeat) it doesn't get any better than this. this is your life (repeat) and it's ending one minute at a time. you have to give up. you have to give up. (in the background you can hear tyler durden shouting i want you to hit me as hard as you can!) welcome to fight club, if this is your first night, you have to fight.”

17 Ekim 2009 Cumartesi

Öfkeyle kalkan zararla oturmaz!

İSYANKÂR ANARŞİ


Feral Faun

Anarşi ilk kez ayrı bir radikal hareket olarak tanımlandığı günden bu yana solla ilişkilendirilmiştir, ama bu her zaman sıkıntılı bir ilişki olmuştur. Otoriter bir pozisyonda yer alan solcular (CNT’nin ve 1936-37 İspanyasında FAI’nin liderleri gibi kendilerini anarşist olarak adlandıranlar da dahil olmak üzere) hayatın tümüyle dönüştürülmesine dair anarşist amacın ve bu yönde kullanılacak araçların da bu amaca uygun olması gerektiğini söyleyen anarşist anlayışın kendi politik programlarının önünde bir engel olduğuna hükmetmişlerdi. Gerçek isyan daima politik programların çok uzağında patlak verir ve en tutarlı anarşistler önlerinde uzanan bu bilinmeyen alanda hayallerinin tam anlamıyla gerçeğe dönüştüğüne tanık oldular. Oysa geçen zamanla beraber isyan ateşi söndüğünde (hatta bazen 1936-37 İspanyasında olduğu gibi hala parlak bir şekilde yanmasına rağmen) yol gösteren anarşistler yeniden “solun vicdanı”na dönüşeceklerdi. Ancak anarşist düşlerin enginliği ve anarşinin delalet ettiği ahlaki uygunluğun solun politik takvimi için engel teşkil ettiği her durumda, bu takvim anarşinin soluğunu hayal kuramayan bir “gerçekçilik”le kesip bunaltarak anarşist hareketin sırtına çok daha büyük bir ağırlık yükledi.

Sol için sömürü ve baskıya karşı yürütülecek toplumsal mücadele asli olarak politik bir programdır ve hangi araç elverişliyse onunla gerçekleştirilmesi gerekir. Böyle bir anlayışın politik bir mücadele metodolojisine ihtiyaç duyduğu ortadadır ve böyle bir metodoloji anarşinin kimi temel değerleriyle muhakkak ki çelişir. Her şeyden önce, toplumsal varoluşun farklı bir türü olarak politika, hayatımızı belirleyen kararların alınma süreciyle bu kararların hayata geçirilme sürecinin birbirinden ayrılmasıdır. Kararları oluşturan ve dayatan kurumlar bu ayrıma dayanmaktadır. Bu kurumların ne kadar demokratik ya da uzlaşmaya dayalı olduğunun çok önemi yok; çünkü politikanın doğasında var olan bu ayırma ve kurumlaştırma, kararların daha uygulanacakları durumlar oluşmadan önce alınmasını gerektirdiği için bile illa ki bir dayatma oluşturur ve koşulların kendine özgülüğüne aldırmaksızın çeşitli durumlar için başvurulacak genel kurallar oluşturma gayretini zorunlu kılar. Bireylere kendi projelerini geliştirmeleri için yardımcı olmak yerine onların hareketlerine yön veren ideolojik düşüncenin nüveleri buradadır, ama bu konuyu daha sonra ele alacağım. İktidarın bu karar oluşturma tarzında ve kurumsal işleyişte yatıyor olduğu gerçeği anarşist bir perspektif için eşdeğer önem taşıyor. Ve solcu toplumsal mücadele anlayışı, tam anlamıyla, bu kurumları etkilemeye, yönetimlerini ele geçirmeye ya da alternatif türevlerini üretmeye dair bir mücadeledir. Diğer bir deyişle bu mücadele iktidar ilişkilerini yıkma değil değiştirme mücadelesidir.

Programatik temelli olması nedeniyle solcu mücadele anlayışı, mücadele yürütme aracı olarak bir örgüte ihtiyaç duyar. Örgüt mücadeleyi temsil eder, çünkü örgüt mücadele programının somut ifadesidir. Eğer bu örgüte dahil olanlar programlarını devrimci ve anarşist olarak tanımlıyorlarsa, örgüt onlar için devrim ve anarşiyi temsil etmeye başlar ve örgütün gücü de devrimci ve anarşist mücadelenin gücüyle özdeşleştirilir. Bunun açık bir örneğini CNT liderlerinin Katalan işçi ve köylülerin, üretim araçlarını (ve beraberinde özgür halk güçlerini oluşturacakları silahları) kamulaştırmasını teşvik ettikten sonra örgütü feshetmedikleri ve işçilerin sosyal hayatı kendi ilişkilerine göre yeniden yaratmalarına olanak tanımak yerine üretimin yönetimini ele geçirdikleri İspanya Devriminde görmekteyiz. İşçilerin özyönetiminde sendika ile yönetimin birbirine karıştırılması bu olaylara eleştirel bir gözle bakmaya istekli olan herkesin üzerinde çalışabileceği sonuçlara neden olmuştu. Egemen düzene karşı mücadele onu hayata geçiren bireylerden bu şekilde ayrılarak örgütlerin eline bırakıldığında artık bireylerin öziradesine dayalı bir proje olmaktan çıkıp bireylerin bağlandığı dışsal bir dava haline gelir. Bu davanın örgütle özdeşleştirilmesi nedeniyle ona bağlı bireylerin en önemli etkinliği örgütün muhafaza edilmesi ve genişlemesi olacaktır.

Aslında solcu örgüt, solun kurumlaşmış iktidar ilişkilerini dönüştürme yönündeki amacını gerçekleştirmek için kullandığı bir araçtır. Bu dönüşümün mevcut yönetimlere hoş görünerek demokratik hakların uygulanmasını sağlayarak mı, devlet erkinin seçimle ya da şiddetle ele geçirilmesiyle mi, yoksa üretim araçlarının kurumsal olarak kamulaştırılması ya da tüm bu sayılanların bir kombinasyonu vasıtasıyla mı yapılacağı çok az önem taşır. Örgüt bu niyetini gerçekleştirmek için kendini alternatif bir iktidar , karşı iktidar haline getirmeye uğraşacaktır. Mevcut iktidar ideolojisini, özellikle de demokrasiyi kucaklamak zorunda olma nedeni budur. Demokrasi, ileri sürmüş olduğu programlar için toplumsal uzlaşmanın yaratılmasını gerektiren, pratikten ayrılmış ve kurumlaşmış karar alma sistemidir. İktidar her zaman baskıyla birlikte var olmasına rağmen, demokratik yapıda alabileceği onay vasıtasıyla meşrulaştırılır. Bu nedenle sol için mümkün olduğunca çok yandaşa, programlarını desteklemesi için öngördüğü sayısal çoğunluğa ulaşmaya çalışmak elzemdir. Böylece sol, demokrasiye olan bağlılığı yüzünden niceliksel ilüzyonu benimsemek zorundadır.

Yandaş kazanma çabası en küçük ortak paydadan hareket etmeyi gerektirir. Onun için sol esaslı bir teorik araştırma yürütmek yerine dünyayı tahlil etmekte kullandığı basitleştirilmiş bir dizi doktrin geliştirmeli ve mevcut yöneticilerin yaptığı etik ihlallerin bir listesini açığa vurmalıdır; solcular bunlarla kitleleri kazanmayı umarlar. Bu ideolojik çerçevenin dışına çıkan herhangi bir sorgulama veyahut araştırma şiddetle kınanır ya da gereksiz bulunur. Bu teorik sığlaşma, fikirlerin ve uygulamanın niteliği ve uyumluluğu yerine yandaş sayısının, pasifliğine ya da bilgisizliğine bakmaksızın, güçlü bir hareketin yansıması olarak algılandığı niceliksel ilüzyonu kabul etmenin bedelidir.

Politik olarak “kitleler”e hoş görünme zorunluluğu da solu mevcut yöneticilerden aşamalı taleplerde bulunmaya iter. Bu yöntem iktidar ilişkilerini dönüştürme projesiyle kesinlikle çok tutarlıdır, çünkü esasında iktidar ilişkilerinin temellerini tehdit etmemektedir. Aslında iktidarda olanlardan taleplerde bulunmakla ima edilen şey, mevcut ilişkilerde yapılacak –marjinal de olsa– küçük küçük uyarlamaların solcu programın gerçekleştirilmesi için yeterli olduğudur. Bu yöntemde iktidarın kendisi sorgulanmaz, çünkü böyle bir sorgulama solun politik yapısını tehdit edecektir.

Değişime bu aşamalı yaklaşım, mutlak olarak ilerleme doktrinini barındırır (aslında bugünlerde diğer kirlenmiş etiketleri geride bırakmayı tercih eden solcular ve liberaller arasında en yaygın olan etiket “ilerici”dir.) İlerleme, şeylerin mevcut düzeninin süregiden –ve muhtemelen diyalektik– bir gelişme sürecinin sonucu olduğu ve –oy vermek, dilekçe vermek, dava açmak, sivil itaatsizlik, politik şiddet ve hatta iktidarı ele geçirme gibi iktidarı yıkma dışındaki her şey için– çaba sarf edilirse bu sürecin daha ileri taşınabileceği düşüncesidir. İlerleme kavramı ve onun politik açılımı olan aşamalı yaklaşım solcu toplumsal dönüşüm anlayışının bir diğer niceliksel özelliğine işaret eder. Burada dönüşüm sadece bir süreç meselesidir, kişinin hedefe kilitlenmiş yol üzerindeki konumuna dairdir. Gereken miktarda düzeltme yapmak bizleri “oraya” taşıyacaktır (“orası” her neresi ise). Reform ve devrim aynı etkinliğin sadece farklı aşamalarıdır. Bunlar, en azından kapitalizmin yükselişinden beri, içinde olduğumuz tek döngünün var oluşun gittikçe yoksullaşması olduğu ve bunun reformla çözülemeyeceği gerçeğine gözünü kapatmayı sürdüren solun saçmalıklarıdır.Aşamalı yaklaşımı ve sınıflandırmaya duyduğu politik ihtiyaç, solu aynı zamanda insanlara “işçiler”, “kadınlar”, “siyahlar”, “gay ve lezbiyenler” gibi çeşitli ezilmiş ve sömürülmüş grupların üyesi olarak değer biçmeye sevk eder. Bu sınıflandırma kimlik politikasının temelidir. Kimlik politikası, ezilen insanların sınıfsal baskıya sözde meydan okudukça üzerlerindeki baskının güçlenmesine yardımcı olan, belli bir toplumsal sınıf ile özdeşleşmeyi seçtikleri yanlış muhalefetin temel biçimidir. Esasında, bu sosyal rolle süregiden özdeşleşme kimlik politikasına dahil olanların toplum içindeki durumlarını derinlemesine analiz etme ve baskıya karşı bireyler olarak hareket edebilme kapasitelerini sınırlandırır. Ve böylece üzerlerindeki baskının nedeni olan toplumsal ilişkilerin devamını da garanti altına alır. Ama bu insanların solun politik manevralarının piyonları olarak işe yaramaları için sınıflarının üyeleri olarak kalmaları gerekir. Çünkü demokratik bir yapı içinde bu tür toplumsal kategoriler baskı grupları ve iktidar blokları rolünü üstlenirler.

Örgütsel ihtiyaçları, demokrasiyi kucaklaması, niceliksel ilüzyonu ve insanlara sadece toplumsal sınıfların üyeleri olarak değer biçmesi nedeniyle solun politik mantığı, doğası gereği kolektivisttir; bireyi bu sıfatla ortadan kaldırır. Bu durum bireylerden kendilerini solun çeşitli davalarına, programlarına ve örgütlerine feda etmelerini talep etmekle açığa çıkar. Bu talebin ardında kolektif kimliğe, kolektif sorumluluğa ve kolektif suçluluğa dair manipülatif ideolojiler yatmaktadır. “Ayrıcalıklı” bir grubun parçası olarak tanımlanan bireyler –“düzgün”, “beyaz”, “erkek”, “orta sınıf”, vs– bu gruba atfedilen bütün baskılardan sorumlu tutulurlar. Ardından da bu insanlar kendilerinden daha çok ezilmiş olanların eylemlerine eleştirmeksizin destek verip “suçlarını” telafi edecek şekilde davranmaya manipüle edilirler. Ezilen bir grubun parçası olarak tanımlanan bireyler de zorunlu bir “dayanışma” nedeniyle grup içinde kolektif kimliği (kızkardeşlik, siyah milliyetçiliği, eşcinsel kimliği, vs.) kabul etmeye manipüle edilirler. Grup kimliğini reddetmeleri ya da derinlemesine, radikal bir biçimde bu kimliği eleştirmeleri, içinde sayıldıkları gruplara atfedilen baskıları onayladıkları anlamına gelecektir. Aslında, kendi hayatında maruz kaldığı şekliyle baskı ve sömürüye kendi adına (veya sadece gerçekten yakınlık kurmuş olduklarıyla beraber) karşı çıkan bu birey, devletin ve sermayenin –güya “burjuva toplumunun”– bizlere dayattığı yabancılaşmış kolektif toplumsal etkinliğin asli sonucu olan atomizasyona, ayrıştırmaya ve yabancılaşmaya karşı mücadele ediyor olmasına rağmen “burjuva bireyciliği” ile suçlanacaktır.

Toplumsal mücadeleyi fiilen politik bir program olarak kabul etmesi nedeniyle solculuk tepeden tırnağa ideolojiktir. Solun mücadelesi toplum tarafından sömürülmüş, bastırılmış, zaptedilmiş ve mahrum bırakılmış kanlı-canlı bireylerin arzularından, ihtiyaçlarından ve hayallerinden kaynaklanmamaktadır. Bu mücadele kendi hayatlarını yeniden ele geçirmek için çabalayan ve bunun araçlarını oluşturmaya çalışan insanların etkinliği değildir. Aksine insanların tek tek mücadelerinin üstünde ve önünde olan ve bu tek tek mücadelelerin tabi olmak zorunda olduğu örgütsel oturumlarda ya da solcu liderlerin kafalarında formüle edilmiş bir programdır. Sloganı ne olursa olsun –sosyalizm, komünizm, anarşizm, kız kardeşlik, Afrika halkları, yeryüzünün özgürleşmesi, hayvan hakları, primitivizm, işçilerin özyönetimi, vs.– bu program insanlara tahakküme karşı yürüttükleri mücadelelerinde kullanacakları bir araç sunmak yerine, bireylerden yöneten sınıfın tahakkümünü solcu programın tahakkümü ile takas etmelerini talep eder.

Anarşist çaba, idealine en yakın haliyle, hayatın yeniden ele geçirilmesi temelinde varoluşun tamamen dönüştürülmesidir. Bütün ünlü anarşistlerin en şiirsel metinlerinde bu idealle karşılaşmak mümkündür; ve anarşiyi “solun vicdanı” yapan da bu niyettir. Ama bu rüyaları hayata geçirmek isteyen bir insan için, hayallerinin enginliğini ve derinliğini paylaşmayan ve paylaşamayan bir hareketin vicdanı olmanın ne anlamı olabilir ki? Anarşist hareketin tarihinde, anarko-sendikalizm ve platformizm gibi sola en yakın duran perspektif ve uygulamalar her zaman hedeflerine dair bol miktarda plana sahipken hayalleri sınırlı kalmıştır. Solculuğun politik çevrelerde, en azından Batı için, artık kayda değer bir güç olmadığı günümüzde, bu değirmen taşını boynumuzda taşımaya devam etmek için kesinlikle hiçbir neden yok. Anarşist hayallerin, halen hayal kurabilen ve kendi hayatlarının özerk yaratıcıları olmayı arzulayan her bir bireyin hayallerinin gerçekleşmesi için soldan bilinçli ve kesin olarak kopmak gerekmektedir. Bu kopuş en azından şu anlamlara gelmektedir:

Politik bir toplumsal mücadele anlayışının reddedilmesi; devrimci mücadelenin bir program değil, aksine hayatın tamamının bireysel ve toplumsal olarak yeniden ele geçirilmesi için yapılan mücadele olduğunun kabulü. Bu mücadele doğası gereği anti-politik’tir. Başka bir deyişle içinde hayata ve mücadeleye dair kararların alınma ve uygulanma sürecinin birbirinden ayrıldığı her toplumsal örgütlenme biçimine ve her mücadele yöntemine –söz konusu karar alma sürecinin ne kadar demokratik ve katılımcı olduğuna bakmaksızın– karşıdır.

Örgütçülüğün reddedilmesi; bir örgütün sömürülmüş birey veya grupları, toplumsal mücadeleyi, devrimi ya da anarşiyi temsil edebileceği düşüncesinin reddedilmesi demektir. Aynı zamanda programatik yapıları nedeniyle bu tarz bir temsilci rolü üstlenen bütün formel örgütlenmelerin – partiler, dernekler, federasyonlar ve benzeri yapıların– reddedilmesi demektir. Burada söylenmek istenen, devrimci mücadele için gereken özel eylemlilikleri örgütleme kapasitesinin reddi değil, örgütsel bir programın şekilciliğine tabi görev ve projeler içeren örgütün reddedilmesidir. Tecrübeyle sabittir ki, formel bir örgütün zorunlu kıldığı tek görev kendisinin geliştirilmesi ve muhafaza edilmesidir.

Demokrasinin ve niceliksel illüzyonun reddedilmesi; bir mücadelenin gücünü belirleyen şeyin tahakkümün kurumlarına karşı bir saldırı ve hayatın yeniden ele geçirilmesine yönelik bir mücadele pratiğinin niteliksel değeri yerine, bir davanın, düşüncenin veya programın yandaş sayısı olduğu düşüncesinin reddi. Hayattan ve pratikten ayrılmış bir alan olarak her karar alma fikrinin ve dahası karar almaya dair her tür formalizasyonun ve kurumlaşmanın reddedilmesi. Bu aynı zamanda kitleleri kendine çekmeye uğraşan vaaz yönteminin de reddedilmesi demektir. Böyle bir yöntem teorik araştırmanın bir sonu olduğunu, her şeyi kapsayacak bir cevaba sahip olduğunu ve bu nedenle mesajı dışarı taşımak için –söylediklerimizle çelişse dahi– her yolun mübah olduğunu farz eder. İnsanları, kafa kafaya verip arayışlarını birlikte sürdüreceği yoldaşlar yerine, konumunu onaylayan takipçiler aramaya sevk eder. Bir başkasının projelerini uygulamaya çalışmak yerine, kişinin kendi düşüncelerini, hayallerini, isteklerini elinden gelen en iyi haliyle hayata geçirmesi ve böylelikle samimi ilişkiler geliştireceği ve isyan pratiğini yayacağı kafa dengi kişilerle buluşması.

İktidardan talepte bulunmanın reddedilmesi; bunun yerine doğrudan eylem ve saldırı pratiğini seçmek. Kendi hayatlarımızı belirleme isteğimizi sadece, en iyi ihtimalle kapitalist toplumsal düzen içinde zararsız, geçici iyileştirmeler sunacak olan aşamalı talepler vasıtasıyla hayata geçirebileceğimiz fikrinin reddedilmesi. Topluma bir bütün olarak saldırma, yıkılmak zorunda olan bu bütünselliğin içindeki tikel her mücadelede pratik ve teorik bir farkındalık oluşturmak. Böylece tikel toplumsal mücadelelerde neyin devrimci potansiyel taşıdığını –neyin talep ve aşamalı değişim mantığının ötesine uzandığını– görme yeteneğine sahip olmak. Çünkü, ne de olsa, radikal, asi her kopuşun ilk kıvılcımları kısmi istekleri elde etme çabası ile başlayan ama uygulamada isteneni talep etmekten çıkıp onu ve daha fazlasını ele geçirmeye uzanan mücadeleler tarafından çakılmıştır.

İlerleme düşüncesinin reddedilmesi; şeylerin mevcut düzeninin çaba sarf ettiğimiz takdirde daha ileri, hatta muhtemelen ideal haline dek taşıyabileceğimiz, süregiden bir ilerlemenin sonucu olduğuna dair yöneticilerin, onların sadık reformistlerinin ve “devrimci” muhalefetin “ilerleme” diye adlandırdığı mevcut rotanın, doğası gereği bireysel özgürlüğe, özgür biraradalıklara, sağlıklı insan ilişkilerine, yaşamın bütünlüğüne ve gezegenin kendisine zararlı olduğunun kabulü. Bu döngünün kırılması gereğinin ve tam otonomi ve özgürlük istiyorsak yeni yaşam biçimlerinin ve uzantılarının geliştirilmek zorunda olduğunun kabulü. (Bu kabul illa ki teknoloji ve uygarlığın mutlak olarak reddedilmesine yol açmaz ve böyle bir reddediş solla kopuşun alt sınırını oluşturmaz, ama ilerlemenin reddedilmesi kesinlikle uygarlık ve teknolojinin, özellikle de endüstriyalizmin ciddi ve eleştirel bir biçimde incelenmesi ve sorgulanması yönünde bir isteklilik anlamına gelir. Böyle bir sorgulama başlatmak için isteksiz olanlar büyük ihtimalle ilerleme mitine bağlı kalmayı sürdürürler.

Kimlik politikalarının reddedilmesi; çeşitli grupların kendi üzerlerindeki baskıya özgü ayrı mahrumiyetler yaşıyor olmasına ve tahakkümün nasıl işlediğini tam olarak anlamak için bu kendine özgü durumun analiz edilmesi gereğine rağmen asıl mahrum bırakıldığımız şeyin her birimizin bireyler olarak diğerleriyle özgür ilişkiler içinde kendi hayatlarımızı kendi terimlerimizle yaratma yeteneğimizin çalınması demek olduğunu kabul etmek. Hayatın toplumsal seviyede olduğu gibi bireysel seviyede de tam anlamıyla ele geçirilmesi, ancak kendimizi esas olarak toplumsal kimliklerle özdeşleştirmeye son verdiğimizde gerçekleşebilir.

Kolektivizmin reddedilmesi; bireyin gruba tabi kılınmasına dair kolektif sorumluluk ideolojisinin reddedilmesi. (Bu reddediş toplumsal ya da sınıfsal analizlerin reddi anlamına gelmez, ama bu tür analizlerdeki ahlaki yargıyı siler ve bireyleri, onların da bir parçası oldukları söylenen ama kendi seçimleri olmayan –“Yahudi”, “çingene”, “erkek”, “beyaz”, ve benzeri– bir toplumsal kategori adına yapılan ya da böyle bir kategoriye atfedilen icraatler nedeniyle suçlamaya yönelik tehlikeli pratiği reddeder.) Kişinin baskı gören belli bir gruba “ayrıcalıklı” ya da farazi üyeliği nedeniyle bir mücadele ya da hareketle eleştirmeksizin dayanışması gerektiği düşüncesinin reddedilmesi ve böyle bir anlayışın herhangi bir önemli devrimci süreç için büyük bir engel teşkil ettiğinin kabulü. Kolektif proje ve eylemlerin katılımcı bireylerin arzularına ve ihtiyaçlarına hizmet etmek için yaratılması, bunun tersi için değil. Sermayenin dayattığı temel yabancılaşmanın gene sermaye tarafından teşvik edilen hiper-bireyci herhangi bir ideolojiye dayanmadığı, kendi hedeflerini gerçekleştirmek için bizlerin yaratıcı bireysel yeteneklerine elkoyan kolektif üretim projesinden kaynaklandığının kabulü. Devrimin en önemli amacının hayatın bireysel ve toplumsal anlamda yeniden ele geçirilmesi temelinde her bireyin, kendi seçtiği kişilerle özgür biraradalıklar oluşturarak varoluş koşullarını belirleyebilme özgürlüğüne sahip olmak olduğunu kabul etmek.

İdeolojinin reddedilmesi; yani hizmet edilmesi gereken bir yapı olarak hayatın ve bireylerin üzerinde konumlandırılan her programın, düşüncenin, soyutlamanın, idealin ve teorinin reddedilmesi. Bu nedenle Tanrının, Devletin, Ulusun, Irkın ve benzerlerinin olduğu gibi, kişinin kendisini, arzularını, hayallerini feda etmesine yol açan ideallere dönüştükleri takdirde Anarşinin, Primitivizmin, Komünizmin, Özgürlüğün, Aklın, Bireyin vs reddedilmesi. Fikirlerin, teorik analizlerin, muhakeme yeteneğinin, soyut ve eleştirel düşüncenin kişilerin amaçlarını gerçekleştirmesine, hayatlarını yeniden ele geçirmesine ve bunun önünde duran her şeye karşı durabilmesine yardımcı olan araçlar olarak kullanılması. Kişinin sürekli sorgulayarak ya da teorik araştırmalar yoluyla gerçeklikle yüzleşmek için gösterdiği gayreti körelten kolay cevapların reddedilmesi.

Bana göre bunlar solla gerçek bir kopuşu oluşturmaktadır. Bu reddiyelerden birinin –teoride ya da pratikte– eksik olması halinde solun artıkları baki kalmış demektir ve bu bizlerin özgürleşme projesi için bir engeldir. Soldan kopmak anarşinin pratiğini politikanın sınırlarından kurtarma ihtiyacından kaynaklandığı için kesinlikle ne sağı ne de politik yelpazenin bir başka kanadını kucaklamak anlamına gelmez. Aksine hayatın tamamen dönüştürülmesine yönelik bir mücadelenin, bireylerin kendilerini gerçekleştirmesi amacı güden kolektif bir hareket içinde her birimizin hayatlarını ele geçirmesine yönelik bir mücadelenin, hizmet etmemizi isteyen politik programlar, “devrimci” örgütler ve ideolojik yapılar tarafından sadece ve sadece baltalanacağının farkına varmak. Çünkü, tıpkı devlet ve sermaye gibi bunlar da hayatlarımızın bizlere ait olduğundan hareket etmek yerine hayatlarımızın idaresini kendilerine vermemizi isterler. Politikanın dar sınırlarına hapsedilemeyecek kadar engin hayallerimiz var bizim. Solu geride bırakıp isyanın bilinmezliğine ve iradi olarak dolu dolu hayatlar yaratmaya giden neşeli yolumuza yöneleli beri çok zaman geçti.

2 Ekim 2009 Cuma

Alfredo Bonanno'nun "banka soyma" gerekçesiyle Yunanistan'da tutuklandığı haberi doğrulandı.

Bonanno, dün Yunanistan'dan bir kişiyle birlikte banka soygunculuğu şüphesiyle tutuklandı.

Yunan televizyonu haberi doğruladı. MegaTV kanalı, "73 yaşında tanınmış bir anarşist olan bir İtalyan ile bir Yunanlı tutuklandı" şeklinde verdiği haberde tutuklananların ismine yer vermedi. ET TV de tutuklanmalara yer verdi.

kapitalist medyadan başlıklar:
* İki kişi "banka soygunu" şüphesiyle tutuklandı.

* Sabah saatlerinde Yunanistan'ın Trikala kentinde bir soygun gerçekleştirildi. 70 yaşındaki bir İtalyan ile 46 yaşındaki bir Yunanlı tutuklandı.

* Banka soygunu sabah 10:35'te gerçekleştirildi. 46 yaşındaki şahıs, takma bıyık, peruk ve gözlükle kimliğini saklamıştı. Tabanca kullanan şahıs, bankadan 46 bin 900 avro çaldı. Bankadan çıktıktan sonra parayı ve tabancayı 70 yaşındaki şahsa teslim etti, tek başına bindiği kiralık araçla olay yerinden uzaklaştı. Soygundan 20 dakika sonra polis tarafından ele geçirildi. (atina indymedia)

3 Eylül 2009 Perşembe

ANLAŞMAZLIK KORKUSU

FERAL FAUN

"Bana karşı kendinizi katılaştırmanız ve farklarınızı veya özgünlüğünüzü öne sürmeniz gerçekten içinizdeki bir zayıflık değildir: kendinize boyun eğmemeye veya kendinizi terk etmemeye ihtiyacınız var."
- Max Stirner

Ne zaman birkaç anarşistten fazlası bir araya gelirse, tartışmalar yaşanır. “Anarşist” kelimesi çoğu kez tutarsız fikir ve pratiklerin geniş dağılımını tanımlamak için kullanıldığından dolayı, bu sürpriz değil. Tek ortak payda otoriteden kurtulmuş olma arzusudur, ve onu ortadan kaldırmak için hangi metotların uygun olduğu sorusu şöyle dursun, anarşistler otoritenin ne olduğunda bile mutabık olmazlar. Bu sorular diğerlerine neden olur ve böylece tartışmalar eksik olmaz.

Tartışmalar beni rahatsız etmez. Canımı sıkan şey, bir karara varmaya çalışmaya odaklanmak. “çünkü hepimiz anarşistiz” farz edilir, hepimiz gerçekten aynı şeyi istemeliyiz; göze çarpan anlaşmazlıklarımız yalnızca ortak bir görüş bularak etraflıca konuşabileceğimiz yanlış anlaşılmalar olmalıdır. Birileri anlaşmazlıkları tartışarak bir yere oturtmayı reddettiğinde ve farklarını korumakta ısrar ettiğinde, dogmatik sayılıyorlar. Ortak bir zemin bulmaktaki bu ısrar, sık sık kendi koşullarımızda yaşamlarımızı yaratmak için eylemenin yerini alan sonu gelmeyen bu diyaloğun en önemli kaynaklarından biri olabilir. Ortak zemin bulmadaki bu girişim pek çok gerçek anlaşmazlıkların yadsınmasını kapsar.

Anlaşmazlığı yadsımakta sık sık kullanılan bir strateji, bir tartışmanın yalnızca sözcükler ve anlamları üzerindeki anlaşmazlık olduğunu iddia etmektir. Sözde insanın kullandığı sözcüklerin ve onları nasıl kullanmayı seçtiğinin, insanın fikirleri, hayalleri ve tutkuları ile bağlantısı yoktur. Yalnızca sözcükler ve anlamları hakkında çok az tartışma olduğuna eminim. Sözcükler ve anlamları hakkındaki bu tartışmalarda, ilgili bireyler açıkça ve kesinlikle neyi amaçladıklarını açıklasaydı, kolaylıkla karar verilmiş olabilirdi. Bireyler kelimeleri ve onları nasıl kullanacakları konusunda bir karara varamadığında, bu onların rüyalarının, arzularının ve düşünüş yollarının tek bir dilin öğesi olmaktan uzakta olduğunu gösterir, ortak bir dil bulamazlar. Böyle uçsuz bucaksız büyük ayrılığı sadece anlambilime indirme girişimi, gerçek anlaşmazlıkları ve ilgili bireylerin tekilliğini inkar etme girişimidir.

Anlaşmazlığın ve bireylerin tekilliğinin inkarı arta kalan solculuk veya kolektivizmden kaynaklanan birlik için saplantı gösterebilir. Birliğe her zaman sol tarafından son derece değer verilmektedir. Kendilerini soldan ayırmaya çalışmalarına rağmen, anarşistlerin çoğunun yalnızca devlet karşıtı solcular olduklarından dolayı, onlar, sadece birleşik bir cephenin bizi daima kendi seçimimiz olmayan birlikteliklerin içersine zorlayan, ve bu nedenle farklılıklarımızı n üstesinden gelmek ve “ortak nedeni” desteklemek için birleşmek zorunda olduğumuz bu toplumu yok edebileceğine inandırılırlar. Fakat kendimize “ortak neden” verdiğimiz zaman, anlayış ve mücadelenin en düşük ortak paydasını kabul etmeye zorlanılıyoruz. Bu yolda yaratılmış birliktelikler sadece ilgili bireylerin eşsiz arzularını ve tutkularını bastırarak, onları kitleye dönüştürerek büyüyen sahte birlikteliklerdir. Böyle birlikteliklerin, bir fabrikanın işleyişini elinde tutan emeğin yaratılmasından veya otoriteleri güç içersinde ve insanları çizgide tutan sosyal konsensüs birliğinden farkı yoktur. Kitle birliği, bireyin çoğunluk içersinde bir birime indirgenmesi üzerine temellendiğinden, otoritenin yok edilmesi için asla ana ilke olamaz, sadece tek biçimde veya diğerinde desteği içindir. Madem ki otoriteyi yok etmek istediğimiz için, o halde farklı bir temelden başlamalıyız.

Benim için, o temel kendim – tutkularının ve hayallerinin, arzularının, projelerinin ve karşı karşıya geldiklerinin hepsi ile birlikte yaşamım. Bu esastan, kimse ile “ortak neden” yapmam, fakat sık sık bir yakınlığa sahip olduğum bireylerle karşı karşıya gelebilirim. Pekala sizin arzularınız ve tutkularınız, hayalleriniz ve projeleriniz benimkilerle uyuşabilir. Otoritenin her şekline karşın bunları gerçekleştirme üzerine ısrarla eşlik edilmiş böyle bir yakınlık yalnızca bu bireyler arzu ettiği sürece devam eden, tekil, asi isyancı bireyler arasındaki gerçek birlik için esastır. Elbette, otorite ve toplumun yıkımı arzusu, bizi geniş ölçekli olan, fakat asla kitle hareketi gibi olmayan; onun yerine yaşamlarını kendilerinin yapmakta ısrar eden bireyler arasındaki yakınlıkların uyuşmasına ihtiyacı olacak isyancı birlik için uğraşmaya götürür. İsyanın bu türü, herkesin mutabık olabileceği en düşük ortak paydaya fikirlerimizin indirgenmesi yoluyla olamaz. Yalnızca, sadece her bireyin tekilliğinin tanınması yoluyla olabilir. Bu, ne kadar acımasız olabileceklerine bakmaksızın, bir kere yaşamlarımızı ve etkileşimlerimizi bizden çalan sosyal sistemden kendimizi kurtardığımız zaman dünyanın bize vermek zorunda olduğu etkileşimlerin insanı hayrete düşüren zenginliğinin parçası olarak, bireyler arasında var olan gerçek anlaşmazlıkları kucaklayan bir tanımadır.

9 Haziran 2009 Salı

Kurban Edim İdeolojisi

Feral Faun
New Orleans’da, Fransız Mahallesinin hemen dışında, bir tahta perdenin üzerine şablonla yazılmış bir duvar yazısında şöyle yazıyor: “Erkek Tecavüz Eder.” Neredeyse her gün bunun önünden geçerdim. Yazıyı ilk gördüğüm zaman beni kızdırmıştı çünkü duvar yazısı beni bir “erkek” olarak tanımlıyordu ve ben asla birine tecavüz etmek istememişimdir. Ne de penisli arkadaşlarım böyle bir şey istemiştir. Fakat, hergün bu dogma duvar yazısına rastladıkça, kızgınlığımın nedenleri değişti. Bu dogmayı kurban edim ideolojisinin – korku, bireysel zayıflık (ve sonradan ideolojik temelli destek gruplarına bağlılık ve otoriteden babacı korunma) ve kişinin kendisini bir kurban olarak görmesine riayet etmeyen deneyimin tüm gerçekliklerine ve yorumlarına karşı körlüğü destekleyen bir ideoloji – feminist versiyonunun bir tekrarı olarak tanımladım.

Kurban edim ideolojisinin arkasında bazı gerçeklikler olduğunu inkâr etmiyorum. Hiçbir ideoloji eğer gerçekte herhangi bir temeli yoksa etkili olamazdı. Bob Black’in dediği gibi, “Hepimiz ebeveynlerin yetişkin çocuklarıyız.” Hepimiz tüm hayatımızı arzularımızın, tutkularımızın ve bireyselliğimizin bastırılmasına ve sömürülmesine dayandırılan bir toplumda geçirdik, fakat kendimizi, kurban edilişimiz açısından tanımlayarak yenilgiyi kabul etmemiz tamamen anlamsızdır.

Bir sosyal kontrol aracı olarak sosyal kurumlar, bu kurban edim hislerini kendilerine bağlılığı kuvvetlendiren yönlerde odaklarken her birimizin içindeki bu hisleri pekiştirir. Medya bizi suç, politik ve şirket içi rüşvetçilik, ırksal ve cinsiyet çatışması, kıtlık ve savaş hikayeleriyle bombardımana tutar. Bu hikayeler çoğu zaman gerçekte bir temele sahipken, oldukça açık bir şekilde korkuyu pekiştirmek için sunulurlar. Fakat çoğumuz medyadan kuşku duyarız, ve böyle çok sayıdaki “radikal” ideolojinin sofrasına konuluruz – hepsi bir parça gerçek algıyı kapsar, fakat hepsi ideolojik yapılarına uymayan ne varsa görmezler. Bu ideolojilerin her biri kurban edim ideolojisini pekiştirir ve bireylerin enerjisini bütünüyle toplum sorgusundan uzağa ve bireysel rollerinin enerjisini onu yeniden üretmeye odaklar. Hem medya hem de ideolojik radikalizmin tüm versiyonları, “dışarı” olan tarafından, Diğer’i tarafından kurban edildiğimiz, ve sosyal yapıların – aile, polis, kanun, terapi ve destek grupları, “radikal” organizasyonlar ya da bağlılık duygusunu destekleyebilen başka herhangi bir şey – bizleri korumak için orada oldukları fikrini pekiştirir. Eğer toplum – sahte, ideolojik, taraf tutan karşıtlık yapılarını da içeren – bu mekanizmaları kendisini korumak için üretmediyse, şimdi toplumu bütünüyle inceleyebilir ve onun kendisini yeniden üretmek için etkinliğimiz üzerindeki bağımlılığının farkına varmaya başlayabiliriz. Daha sonra, elde ettiğimiz her fırsatta, toplumun bağımlısı/kurbanı rollerimizi reddedebiliriz. Fakat kurban edim ideolojisi tarafından uyandırılan duygular, davranışlar ve düşünce şekilleri bu tarz bir bakış açısı bozulmasını oldukça zor kılar.

Herhangi bir şekilde kurban edim ideolojisini kabul ettiğimizde, korku içersinde yaşamayı seçeriz. “Erkek Tecavüz Eder” yazısını yazan kişi büyük ihtimalle bir feministti, etkinliğini ataerkil baskıya radikal bir karşı koyuş olarak gören bir kadındı. Fakat bu tarz ifadeler, gerçekte, yalnızca zaten var olan bir korku havasını arttırırlar. Kadınlara bireyler olarak bir kuvvet hissi vermenin yerine, kadınların aslında kurban oldukları, ve bu duvar yazısını okuyan kadınların yazının arkasındaki dogmayı bilinçli olarak reddetseler bile, muhtemelen sokaklarda daha korku içersinde yürüdükleri fikrini pekiştirir. Pek çok feminist konuşmanın içine işlemiş kurbanlaştırma ideolojisi ayrıca homoseksüel özgürlüğü, ırksal/ulusal özgürlük, sınıf savaşı ve lanet olsunki neredeyse tüm diğer “radikal” ideolojilerde kimi şekillerde bulunabilir. Birey için gerçek, anlık, kolaylıkla tanımlanmış bir tehditin korkusu, tehditi yok etmek için akıllıca bir hareketi motive edebilir, fakat kurban edim ideolojisi tarafından yaratılmış korku bireyin başa çıkması için hem çok büyük hem de çok soyut kuvvetlerin yarattığ bir korkudur. Sosyal kontrol ağı olan arabulucuları gerekli ve hatta iyi görünür kılan korku, şüphe ve paranoya havası olup çıkar.

Bireylerde zayıflık duygusunu, temel kurbanlık duygusunu yaratan, bu görünüşteki karşı konulamaz korku havasıdır. Çeşitli ideolojik “özgürlükçülerin” çoğu kez militan öfkeyle böbürlendiği doğruyken, nadiren gerçekten herhangi bir şeyi tehdit ettiği noktanın ötesine geçerler. Onun yerine, ezenleri olarak tanımladıklarından “özgürlüklerini” bahşetmelerini “talep ederler” (“militanca yalvarırlar” olarak okuyun). Bunun bir örneği, 1989 yılında San Francisco’daki “Without Borders” anarşist buluşmasında meydana geldi. Gittiğim pek çok atölyede erkeklerin kadınlardan daha çok konuşma eğiliminde olduğuna dair hiçbir problem yoktu. Ancak kimse kadınların konuşmasını durdurmuyordu, ve konuşan kadınlara herhangi bir saygısızlık gösterildiğinin farkına varmadım. Yine de, buluşmanın yapıldığı binanın avlusundaki umumi mikrofonda, “erkeklerin” tartışmalara hakim olduğunun ve “kadınları” konuşturmadığının ilan edildiği bir konuşma yapıldı. Mikrofonda nutuk çeken kişi, erkeklerin kadınlara konuşma süresi verdiklerinden emin olmalarını “talep etti” (yeniden, “militanca yalvardı” olarak okuyun). Diğer bir deyişle, ezilenlerin “haklarını” bahşetmek – saklı olan anlamıyla, erkeğin rolünü zalim ve kadınınkini kurban olarak kabul eden bir davranış. Belirli bireylerin tartışmalara egemen olduğu atölyeler oldu, fakat bireysel kuvvetiyle hareket eden bir kişi böyle bir durumun üstesinden bu durum meydana geldiği gibi derhal önünü keserek gelecek ve ilgili insanlara bireyler olarak değinecektir. Bu tarz durumları ideolojik bir kavram içersine koyma ve ilgili bireyleri sosyal roller olarak tutma ihtiyacı, gerçek, anlık deneyimi soyut kategorilere döndürmek kişinin zayıf olmayı, bir kurban olmayı seçmiş olduğunun işaretidir. Ve zayıflığı kabul etmek, kişiyi özgürlüğünü bahşetmesi için zulmedicisine yalvarmak zoruda olduğu anlamsız bir poziyona koyar – kişinin asla özgür olamayacağı yalnızca bir kurban olarak kalacağını garanti ederek.

Tüm ideolojiler gibi, çok sayıdaki kurban edim ideolojileri uydurma bilinç şekilleridir. Kurbanın – çok sayıdaki biçimlerinden herhangi birindeki – sosyal rolünü kabul etmek, kişinin kendisi için hayatını bile yaratmamayı ya da kişinin sosyal yapılarla olan gerçek ilişkilerini araştırmamayı seçmektir. Taraf tutan tüm özgürlük hareketleri – feminizm, homoseksüel özgürlüğü, ırksal özgürlük, işçi hareketleri vesaire – bireyleri sosyal rolleri açısından tanımlar. Bundan dolayı, bu hareketler yalnızca sosyal rolleri kıran bakış açılarının bozulmasını içermezler, ayrıca bireylerin kendi tutkuları ve arzularına dayandırılmış bir praksis yaratmalarına da izin vermezler; aslında bu tarz bir bakış açısı bozulmasına karşı gelir. Bireyin sosyal rolünün “özgürlüğü” hedef olarak kalır. Fakat bu sosyal rollerin bu “özgürlük” ideolojileri çerçevesindeki özü kurbanlıktır. Bu yüzden acı çeken yanlışların tekrarı “kurbanların” asla ne olduklarını unutmamalarını garanti etmek için tekrar ve tekrar söylenmek zorundadır. Bu “radikal” özgürlük hareketleri korku havasının hiçbir zaman kaybolmamasına, ve bireylerin kendilerini zayıf ve kuvvetlerini gerçekte kurban edilişlerinin kaynağı olan sosyal rolleri içersinde görmelerini garanti etmeye yardım eder. Bu şekilde, bu hareketler ve ideolojiler tüm otoriteler ve tüm sosyal rollere karşı etkili bir isyan olasılığını engelleme davranışında bulunurlar.

Gerçek isyan hiçbir zaman güvenli değildir. Kendilerini kurban rolleri açısından tanımlamayı seçenler tam bir isyanı denemeye cesaret edemez, çünkü rollerinin güvenliği tehdit edilecektir. Fakat Nietzsche’nin söylediği gibi: “En büyük verimliliğin ve varoluşun en büyük zevkinin sırrı tehlikeli bir şekilde yaşamaktır!” Yalnızca kurban edimin bilinçli bir reddi, korku ve zayıflık içersinde yaşamanın reddi, ve kendi tutku ve arzularımızın kuvvetinin, tüm sosyal rollerin ötesinde yaşayabilen, ve tüm sosyal rollerden daha büyük bireyler olarak kendimizin kuvvetinin kabulü, topluma karşı eksiksiz bir ayaklanmanın temelini sağlayabilir. Bu tarz bir ayaklanma elbette, kısmen, öfkeyle körüklenir – feministleri, ırksal özgürlükçüleri, homoseksüel özgürlükçüleri ve otoritelerden “haklarını talep eden” benzerlerini motive eden gürültülü, kızgın, hüsran dolu kurban öfkesiyle değil. Daha ziyade zincirleri çözülmüş arzularımızın öfkesidir, tam güçte ve gizlenmemiş bastırılmış duygunun dönüşüdür. Fakat esas itibariyle tam bir isyan, özgür oyunun ve maceradaki hazın – toplumun bizden yoksun bırakmayı denediği çarpıcı yaşam için her olasılığı araştırma arzusunun – ruhuyla körüklenir. Bütünüyle ve sınırlamasız yaşamak isteyen hepimiz için, zaman, duvarlar içindeki utangaç bir fare gibi yaşamaya göz yumabildiğimizde geçmiştir. Kurban edim ideolojisinin her biçimi bize utangaç bir fare gibi yaşamayı önerir. Onun yerine, haydi çıldırmış ve gülen canavarlar olalım, neşeyle toplumun duvarlarını yıkan ve kendimiz için hayret ve şaşkınlığın yaşamlarını yaratan.