15 Mayıs 2009 Cuma

Öfkeyle Kalkan Zararla Oturmaz!


GÖK

"Tahakküm bir polistir; bir papazdır; bir başkandır; bir silahtır; nükleer bombalardır; napalmdir."
(Casey Maddox)

Onurun, erdemin, özgürlüğe dair iyicil hayallerin tasavvur düzleminde bile hegemonik güçlerinin güdük kaldığı bir tarihsel dönemi yaşıyoruz. Özellikle yaşadığımız toprakların sosyal/kültürel atmosferinde karşıdan kurucu alternatif ideallerin etkinlik düzeyi içler acısı boyutta. Küresel çaptaki özgürlükçü kalkışmaların mitsel anlatılarının derin bir hevesle aktarmacılık yoluyla dolaşıma sunulmasının dışında özgün bir teorik/pratik güzergâhın somut planda var edilmesi çabasından bahis açmak mümkün değil.

Buralardan imrenilerek bakılan çeşitli deneyimlerin söylem sınırını aşamayan yeniden sunumlarının dışında yaratıcı bir önerme söz konusu bile değil. Praksis adına varolan tüm hareketlilik, basit reformların, her derde deva ‘demokrasi’ yüceltimlerinin, alışıldık kavramsal çerçevelerin, iman etmeye hevesli mürit titizliğiyle tekrar tekrar yeniden üretilmesinden ibaret. Demokrasi, barış, kardeşlik gibi burjuva devriminden miras kalan ‘yüce idealler’, her çeşit sosyal grubun, siyasal örgütlenmenin vazgeçilmez, dokunulmaz amentüsü olarak kabul görmeye devam ediyor. Tabii, bütün bu kavramlara yüklenen anlamlar dünyası, körün tuttuğunu bellemesi misali herkes açısından farklı farklı yaşam pratiklerine vesile olsa da, son tahlilde söylemsel iktidarı hiç kimse tarafından tartışılmayacak kadar güçlü genel bir kabulü içermekte.

İnsanlık âleminin tüm ‘demokrasi cengâverleri’, adalet ve özgürlüğü doğanın tahakkümünden bağımsız düşünememe noktasında ortaklaşıyorlar. “Üretimciliğe” ve üretmenin, çalışmanın pozitif değerler yükledikleri anlam evrenini sorgulamamakta, haz ve konfor peşinde daha fazla tüketmekten mütevellit bir hayat paradigmasında ortaklaşıyorlar. İnsan denen canlının, tüm ‘ilerici’ öncüleri de dahil olmak üzere, yeryüzündeki tüm doğal yaşam formlarının efendisi, ayrıcalıklı öznesi olduğu konusunda konsensüs devam ediyor.

Uygar saldırganlığın dikenli tellerle çizilmiş düşünsel sınırlarında gerçekleşen güdük özgürlük arayışları maalesef saçmalıktan ibarettir. Bu insanmerkezci paradigmayı, uygarlık kavramını hedef tahtasına oturtmayı başaramayan tüm kurtuluş programları sistemin işleyişine içkindir. Dolayısıyla,uygarlık mirası adı altında kutsanan kültürel dayatmaların radikal bir sorgulamasına girişmeden hakiki bir kurtuluşun adından bile bahsetmek abes olacaktır.

Sembollerin günümüz dünyasındaki kurumsallaşmış iktidarına son verebilmek için “dünyayı güzellik kurtaracak” tarzında iyicil motivasyonlar temelinde yürütülmesi öngörülen mücadele kurgusuna da eleştirel mesafe almak şart. Tekno-endüstriyel sistemin muktedirleri tarafından en yoğun sömürüye, tahakküme maruz bıraktırılmış yeryüzünün özgürleşmesi,barış/kardeşlik/güzellik gibi hümanist talepler, niyetler üzerinden gerçekleşmeyecek. Ahlaktan ve vıcık vıcık şefkatten feyz alarak geliştirilen eylemlilik çizgisi, aynı endüstriyelist kısırdöngünün içinde dönüp durmaktan fazlasını sağlayamadı, sağlayamaz.

doğal yaşamın hakikati güç istenci ve kavga barındırır. Tahakküm altında olduğunu hisseden, bu duyumsamanın ağır işkencesine günlük etkinliklerinin tümünde maruz kalan bireylerin içinde biriktirdikleri isyan duygusunu patlayıcı kılan yakıt, en saf haliyle öfkedir. Sevgi, şefkat gibi kelime olarak sarf ederken bile derin bir huzur telakki eden duygularda gelişen muhalefet eninde sonunda sistemle uzlaşır; aynı terminolojiyi, aynı dili kullanarak geliştirilmeye çalışılan karşı çıkışların hepsi eninde sonunda sisteme dair bir tahayyül dünyasından ifade alanları edinir. Kendimize varoluş imkânı açabilmek için ihtiyacımız olan ise, siyaseten doğruculuğun rasyonel kalıplarını aşan bir öfke selidir. Öfkenin diriltici, sağaltıcı enerjisiyle içimizdeki ve dışımızdaki dünyadaki kokuşmuşluğa isyan edebilme yetisidir aciliyet arzeden. Makinenin parçası olmak veya makineyi –güya- kendi çıkarımız için döndürebilme becerisi kazanmak için değil makineyi ve simgelediği tahakkümcü ağırlığı yaşamlarımızdan tam anlamıyla söküp atabilmek için isyan etmek…

Endüstriyel kentlerde sürüler halinde tıkıldığımız yerleşim birimlerinde yaşadığımız içsel sıkıntıyı politik programlar bağlamında ehlileştirmemeliyiz. Giderek artan hayal kırıklıklarımızı, günlük yaşam ritminin bunaltıcı boğuculuğunu küçük iyiliklerle oyalanarak paralize etmek yerine patlayıcı bir bileşen olarak biriktirmeli, öfkemizi bilemeliyiz. Öfke duygusunun, yıkım kadar yaratma enerjisinin de embriyolarını içinde barındırdığı unutulmamalı bu düzlemde.

Kıssadan hisse; hiçbir şey iyiye gitmeyecek, hiçbir şey -kendimizi kandırmaya çalıştığımız simülatif yanılsamalar dışında- içinde kendiliğinden güzellik parıltıları taşımıyor, ve hiçbir şey biz itelemeden yerinden oynamayacak. Sistemin çarklarını yağlayan figüranlar olmaktansa, varoluşsal coşkuyla yeni bir paralel evrenin yollarını açmaya çalışan bireyler olabilmeyi yeğlemek en iyisi değil mi?