9 Haziran 2009 Salı

Kurban Edim İdeolojisi

Feral Faun
New Orleans’da, Fransız Mahallesinin hemen dışında, bir tahta perdenin üzerine şablonla yazılmış bir duvar yazısında şöyle yazıyor: “Erkek Tecavüz Eder.” Neredeyse her gün bunun önünden geçerdim. Yazıyı ilk gördüğüm zaman beni kızdırmıştı çünkü duvar yazısı beni bir “erkek” olarak tanımlıyordu ve ben asla birine tecavüz etmek istememişimdir. Ne de penisli arkadaşlarım böyle bir şey istemiştir. Fakat, hergün bu dogma duvar yazısına rastladıkça, kızgınlığımın nedenleri değişti. Bu dogmayı kurban edim ideolojisinin – korku, bireysel zayıflık (ve sonradan ideolojik temelli destek gruplarına bağlılık ve otoriteden babacı korunma) ve kişinin kendisini bir kurban olarak görmesine riayet etmeyen deneyimin tüm gerçekliklerine ve yorumlarına karşı körlüğü destekleyen bir ideoloji – feminist versiyonunun bir tekrarı olarak tanımladım.

Kurban edim ideolojisinin arkasında bazı gerçeklikler olduğunu inkâr etmiyorum. Hiçbir ideoloji eğer gerçekte herhangi bir temeli yoksa etkili olamazdı. Bob Black’in dediği gibi, “Hepimiz ebeveynlerin yetişkin çocuklarıyız.” Hepimiz tüm hayatımızı arzularımızın, tutkularımızın ve bireyselliğimizin bastırılmasına ve sömürülmesine dayandırılan bir toplumda geçirdik, fakat kendimizi, kurban edilişimiz açısından tanımlayarak yenilgiyi kabul etmemiz tamamen anlamsızdır.

Bir sosyal kontrol aracı olarak sosyal kurumlar, bu kurban edim hislerini kendilerine bağlılığı kuvvetlendiren yönlerde odaklarken her birimizin içindeki bu hisleri pekiştirir. Medya bizi suç, politik ve şirket içi rüşvetçilik, ırksal ve cinsiyet çatışması, kıtlık ve savaş hikayeleriyle bombardımana tutar. Bu hikayeler çoğu zaman gerçekte bir temele sahipken, oldukça açık bir şekilde korkuyu pekiştirmek için sunulurlar. Fakat çoğumuz medyadan kuşku duyarız, ve böyle çok sayıdaki “radikal” ideolojinin sofrasına konuluruz – hepsi bir parça gerçek algıyı kapsar, fakat hepsi ideolojik yapılarına uymayan ne varsa görmezler. Bu ideolojilerin her biri kurban edim ideolojisini pekiştirir ve bireylerin enerjisini bütünüyle toplum sorgusundan uzağa ve bireysel rollerinin enerjisini onu yeniden üretmeye odaklar. Hem medya hem de ideolojik radikalizmin tüm versiyonları, “dışarı” olan tarafından, Diğer’i tarafından kurban edildiğimiz, ve sosyal yapıların – aile, polis, kanun, terapi ve destek grupları, “radikal” organizasyonlar ya da bağlılık duygusunu destekleyebilen başka herhangi bir şey – bizleri korumak için orada oldukları fikrini pekiştirir. Eğer toplum – sahte, ideolojik, taraf tutan karşıtlık yapılarını da içeren – bu mekanizmaları kendisini korumak için üretmediyse, şimdi toplumu bütünüyle inceleyebilir ve onun kendisini yeniden üretmek için etkinliğimiz üzerindeki bağımlılığının farkına varmaya başlayabiliriz. Daha sonra, elde ettiğimiz her fırsatta, toplumun bağımlısı/kurbanı rollerimizi reddedebiliriz. Fakat kurban edim ideolojisi tarafından uyandırılan duygular, davranışlar ve düşünce şekilleri bu tarz bir bakış açısı bozulmasını oldukça zor kılar.

Herhangi bir şekilde kurban edim ideolojisini kabul ettiğimizde, korku içersinde yaşamayı seçeriz. “Erkek Tecavüz Eder” yazısını yazan kişi büyük ihtimalle bir feministti, etkinliğini ataerkil baskıya radikal bir karşı koyuş olarak gören bir kadındı. Fakat bu tarz ifadeler, gerçekte, yalnızca zaten var olan bir korku havasını arttırırlar. Kadınlara bireyler olarak bir kuvvet hissi vermenin yerine, kadınların aslında kurban oldukları, ve bu duvar yazısını okuyan kadınların yazının arkasındaki dogmayı bilinçli olarak reddetseler bile, muhtemelen sokaklarda daha korku içersinde yürüdükleri fikrini pekiştirir. Pek çok feminist konuşmanın içine işlemiş kurbanlaştırma ideolojisi ayrıca homoseksüel özgürlüğü, ırksal/ulusal özgürlük, sınıf savaşı ve lanet olsunki neredeyse tüm diğer “radikal” ideolojilerde kimi şekillerde bulunabilir. Birey için gerçek, anlık, kolaylıkla tanımlanmış bir tehditin korkusu, tehditi yok etmek için akıllıca bir hareketi motive edebilir, fakat kurban edim ideolojisi tarafından yaratılmış korku bireyin başa çıkması için hem çok büyük hem de çok soyut kuvvetlerin yarattığ bir korkudur. Sosyal kontrol ağı olan arabulucuları gerekli ve hatta iyi görünür kılan korku, şüphe ve paranoya havası olup çıkar.

Bireylerde zayıflık duygusunu, temel kurbanlık duygusunu yaratan, bu görünüşteki karşı konulamaz korku havasıdır. Çeşitli ideolojik “özgürlükçülerin” çoğu kez militan öfkeyle böbürlendiği doğruyken, nadiren gerçekten herhangi bir şeyi tehdit ettiği noktanın ötesine geçerler. Onun yerine, ezenleri olarak tanımladıklarından “özgürlüklerini” bahşetmelerini “talep ederler” (“militanca yalvarırlar” olarak okuyun). Bunun bir örneği, 1989 yılında San Francisco’daki “Without Borders” anarşist buluşmasında meydana geldi. Gittiğim pek çok atölyede erkeklerin kadınlardan daha çok konuşma eğiliminde olduğuna dair hiçbir problem yoktu. Ancak kimse kadınların konuşmasını durdurmuyordu, ve konuşan kadınlara herhangi bir saygısızlık gösterildiğinin farkına varmadım. Yine de, buluşmanın yapıldığı binanın avlusundaki umumi mikrofonda, “erkeklerin” tartışmalara hakim olduğunun ve “kadınları” konuşturmadığının ilan edildiği bir konuşma yapıldı. Mikrofonda nutuk çeken kişi, erkeklerin kadınlara konuşma süresi verdiklerinden emin olmalarını “talep etti” (yeniden, “militanca yalvardı” olarak okuyun). Diğer bir deyişle, ezilenlerin “haklarını” bahşetmek – saklı olan anlamıyla, erkeğin rolünü zalim ve kadınınkini kurban olarak kabul eden bir davranış. Belirli bireylerin tartışmalara egemen olduğu atölyeler oldu, fakat bireysel kuvvetiyle hareket eden bir kişi böyle bir durumun üstesinden bu durum meydana geldiği gibi derhal önünü keserek gelecek ve ilgili insanlara bireyler olarak değinecektir. Bu tarz durumları ideolojik bir kavram içersine koyma ve ilgili bireyleri sosyal roller olarak tutma ihtiyacı, gerçek, anlık deneyimi soyut kategorilere döndürmek kişinin zayıf olmayı, bir kurban olmayı seçmiş olduğunun işaretidir. Ve zayıflığı kabul etmek, kişiyi özgürlüğünü bahşetmesi için zulmedicisine yalvarmak zoruda olduğu anlamsız bir poziyona koyar – kişinin asla özgür olamayacağı yalnızca bir kurban olarak kalacağını garanti ederek.

Tüm ideolojiler gibi, çok sayıdaki kurban edim ideolojileri uydurma bilinç şekilleridir. Kurbanın – çok sayıdaki biçimlerinden herhangi birindeki – sosyal rolünü kabul etmek, kişinin kendisi için hayatını bile yaratmamayı ya da kişinin sosyal yapılarla olan gerçek ilişkilerini araştırmamayı seçmektir. Taraf tutan tüm özgürlük hareketleri – feminizm, homoseksüel özgürlüğü, ırksal özgürlük, işçi hareketleri vesaire – bireyleri sosyal rolleri açısından tanımlar. Bundan dolayı, bu hareketler yalnızca sosyal rolleri kıran bakış açılarının bozulmasını içermezler, ayrıca bireylerin kendi tutkuları ve arzularına dayandırılmış bir praksis yaratmalarına da izin vermezler; aslında bu tarz bir bakış açısı bozulmasına karşı gelir. Bireyin sosyal rolünün “özgürlüğü” hedef olarak kalır. Fakat bu sosyal rollerin bu “özgürlük” ideolojileri çerçevesindeki özü kurbanlıktır. Bu yüzden acı çeken yanlışların tekrarı “kurbanların” asla ne olduklarını unutmamalarını garanti etmek için tekrar ve tekrar söylenmek zorundadır. Bu “radikal” özgürlük hareketleri korku havasının hiçbir zaman kaybolmamasına, ve bireylerin kendilerini zayıf ve kuvvetlerini gerçekte kurban edilişlerinin kaynağı olan sosyal rolleri içersinde görmelerini garanti etmeye yardım eder. Bu şekilde, bu hareketler ve ideolojiler tüm otoriteler ve tüm sosyal rollere karşı etkili bir isyan olasılığını engelleme davranışında bulunurlar.

Gerçek isyan hiçbir zaman güvenli değildir. Kendilerini kurban rolleri açısından tanımlamayı seçenler tam bir isyanı denemeye cesaret edemez, çünkü rollerinin güvenliği tehdit edilecektir. Fakat Nietzsche’nin söylediği gibi: “En büyük verimliliğin ve varoluşun en büyük zevkinin sırrı tehlikeli bir şekilde yaşamaktır!” Yalnızca kurban edimin bilinçli bir reddi, korku ve zayıflık içersinde yaşamanın reddi, ve kendi tutku ve arzularımızın kuvvetinin, tüm sosyal rollerin ötesinde yaşayabilen, ve tüm sosyal rollerden daha büyük bireyler olarak kendimizin kuvvetinin kabulü, topluma karşı eksiksiz bir ayaklanmanın temelini sağlayabilir. Bu tarz bir ayaklanma elbette, kısmen, öfkeyle körüklenir – feministleri, ırksal özgürlükçüleri, homoseksüel özgürlükçüleri ve otoritelerden “haklarını talep eden” benzerlerini motive eden gürültülü, kızgın, hüsran dolu kurban öfkesiyle değil. Daha ziyade zincirleri çözülmüş arzularımızın öfkesidir, tam güçte ve gizlenmemiş bastırılmış duygunun dönüşüdür. Fakat esas itibariyle tam bir isyan, özgür oyunun ve maceradaki hazın – toplumun bizden yoksun bırakmayı denediği çarpıcı yaşam için her olasılığı araştırma arzusunun – ruhuyla körüklenir. Bütünüyle ve sınırlamasız yaşamak isteyen hepimiz için, zaman, duvarlar içindeki utangaç bir fare gibi yaşamaya göz yumabildiğimizde geçmiştir. Kurban edim ideolojisinin her biçimi bize utangaç bir fare gibi yaşamayı önerir. Onun yerine, haydi çıldırmış ve gülen canavarlar olalım, neşeyle toplumun duvarlarını yıkan ve kendimiz için hayret ve şaşkınlığın yaşamlarını yaratan.

Max Stirner-Biricik ve Mülkiyeti

Meselemi Hiç'e Bıraktım

Nedir benim olması gereken! Öncelikle iyinin meselesi, sonra Tanrı'nın, insanlığın, gerçeğin, özgürlüğün, hümanizmin ve adaletin; dahası halkımın, kralımın, anavatanımın; ve nihayet tinin ve binlercesinin. Sadece benim meselem asla benim olmamalıdır. "Yuh be, egoiste bakın, sadece kendini düşünüyor!"
Meseleleri için çalışmamızı gerekli bulan, hatta canımızı feda etmemizi ve meselelerine hayranlık duymamızı bizden bekleyenlerin kendi meselelerini nasıl gerçekleştirdiklerine bakalım bir kez de.

Tanrı hakkında köklüce şeyler müjdelemekte olan sizler binlerce yıl "tanrısallığı derinliklerine kadar incelediniz"; ve Tanrı kalbine kadar uzanan sizler, meselesine hizmet etmekle vazifelendirildiğimiz o "Tanrı'nın kendi meselesini" nasıl icra ettiğini pekala bize açıklayabilirsiniz. Ve yaptıklarını da gizlemezsiniz. Neymiş peki Tanrı'nın meselesi? Bize buyurduğu gibi yabancı bir meseleye mi tabidir, sevgi ve gerçeği kendisine maletmiş midir? Burada bir yanlış anlama söz konusudur, buysa sizi çıldırtıyor; Tanrı meselesinin sevgi ve gerçek olduğunu, dolayısıyla sevgi ve gerçeğin Tanrı için yabancı bir mesele olamayacağını öğretmektesiniz. Tanrı'nın yabancı bir işi kendine meslek etmiş olduğu varsayımı, dolayısıyla bizim gibi zavallı karıncalarla benzeş olması sizi çıldırtıyor. "Tanrı gerçek demek olmasaydı gerçeğe sahip çıkar mıydı"? Tanrı sadece kendinden yana yontuyor, çünkü o bir bütünlüktür, dolayısıyla her şey onun meselesidir! Biz ama, biz bir bütünlük değiliz, dolayısıyla bizim meselemiz küçücük ve aşağılık bir iştir; işte bu nedenle de "yüce bir meseleye hizmet etmek zorundayız". Şurası açıktırki, Tanrı'yı sadece Tanrı ilgilendiriyor, onun meşguliyeti sadece kendisidir, sadece kendisini düşünüyor ve kendi gözünde yine sadece kendisi var; vay haline Tanrı'yı tatmin etmeyene. O, kendinden üstün herhangi bir varlığa hizmet etmiyor ve sadece kendisini tatmin ediyor. Onun meselesi tam anlamıyla egoist bir meseledir.

Peki ya insanlık, meselesini kendi meselemizmiş gibi görmemiz gereken o insanlık yüce bir varlığa mı hizmet etmektedir? Onun meselesi bir başkasının meselesi midir? Ve yüce bir meseleye mi hizmet etmektedir? Hayır, insanlık kendinden başka kimseyi görmüyor, meselesi kendisidir ve sadece kendisine faydası vardır. Amaçları ve istemleri uğruna halkları ve bireyleri acılara sürükleyip kullandıktan sonra, onlara teşekkür olsun diye tarihin çöplüğüne fırlatıyor. İnsanlığın da meselesi tam anlamıyla egoist bir mesele değil midir?

Kendi meselesini bizim meselemizmiş gibi gösteren ve bizim çıkarlarımızdan dem vuran herkese tüm meselesinin sadece kendisinde düğümlendiğini açıklamama gerek yok. Bir kez olsun diğer kavramları da gözden geçirin. Hakikat, özgürlük, hümanizm, adalet, sizden kendilerine hayran olmanız ve hizmet etmeniz dışında başka bir şey istiyorlar mı?

Tüm bunlar sizden gayretle boyun eğmenizi bekliyor. Sadık yurtseverlerce savunulan şu halka bakın bir kez de. Halk için kanlı savaşlarda ölen ya da açlık ve sefaleti göze alarak savaşan yurtseverler, halkı ne derece ilgilendiriyor? Halk onların bok yığınına dönüşen cesetleri arasında "yeşeren halk" oluyor! Bireyler, "halkın büyük meselesi için" ölürken, halk onlara arkalarından teşekkür yolluyor ve kadavralarından kendine kàr payı çıkarıyor. Buna ben okkalı bir egoizm derim.

Şimdi de "Benim" dediği şeyleri şefkatle koruyan sultana bakalım. Sultan tam bir özgeci değil midir ve onun olan şeyler için yaşamını daima adamamış mıdır? Evet, "onun olanlar" için, tabii. Sen ona değil, kendine ait olduğunu göstermeye çalış ve bunu bir kez olsun dene: onun egoizmini reddetmekle zindanı boylayabilirsin. Sultanın meselesi kendisidir: o bir bütünlüktür ve kendisi için biriciktir ve "onun" olmak istemeyen birini tahammül edemez.

Bu parlak önerilerden egoistin çok daha iyi hareket ettiğini anlayamıyor musunuz? Ben, kendi adıma bundan bir ders alıyor ve bu büyük egoistlere özgeci davranıp hizmet edeceğime, kendim egoist oluyorum.
Tanrı'nın da, insanlığın da işi kendilerine dayanmaktadır, kendileridir. Benim meselem de benim. Tanrı gibi her şey ve hiçim, biriciğim.

Eğer Tanrı ve insanlık, sizlerin de doğruladığı gibi, bir bütünlük iseler, benim de onlardan eksik bir yanım yok ve "boş" olduğuma dair bir şikayetim de yok. Ben hiçim derken, boş olduğumu söylemiyorum, bizzat yaratıcı bir hiçim, bir yaratıcı olarak her şeyi yaratan bir hiç.
Tepeden tırnağa kadar benim olmayan her işe uğurlar olsun! Sizce benim işim en azından "iyi bir iş" olmalıdır? Nedir iyi iş, kötü iş! İşim demek zaten ben demek'im. Ve ben ne iyiyim, ne de kötü. İyinin de kötünün de benim için hiçbir anlamı yoktur.
Tanrı'nın işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, iyinin işi, doğrunun işi, özgürlüğün işi ve daha niceleri. Bunların hiçbiri benim işim değildir, benim işim sadece benim olandır ve o genel değil, biriciktir, benim gibi.

Hiçbir şey benden üstün değildir!