30 Ekim 2009 Cuma

Sitüasyonist Enternasyonel’i Tekrar Hatırla(t)mak




GÖK

“Gösteri, ekonominin verimli toprağında beklenmektedir ve sonunda gösteri piyasasına hâkim olması gereken bu toprağın mahsulüdür.”
Guy Debord







Kültürel, politik, ekonomik, sosyal her cepheden planlı tacizi içeren Sitüasyonizm, yaşadığımız topraklarda hak ettiği ilgiyi, sahiplenmeyi, pratik karşılığı tam manasıyla alamamış bir siyasal/kültürel akım olarak tasvir edilebilir. Guy Debord ve Sitüasyonist Enternasyonel (SE), gerek mevcut reel siyaset sahnesinde, gerekse de bizzat toplumsal pratiğin içinde önemli bir rol oynadığı dönemlerde dogmatik/muhafazakâr solun kanaat önderleri tarafından ciddi olarak tartışılmamış, dolayısıyla hakkı da teslim edilmemiş, değerini keşfedebilmek için özel bir ilgi bekleyen gizemli bir akım pozisyonunda tarihin sayfalarında kendine yer bulabilen nostaljik bir felsefi öğeye indirgenmiştir. SE, ‘en alakadar’ olanlar tarafından bile totalleştirici bir retorik, temsiliyete yönelik metafizik bir düşmanlık olarak tanımlanmış, Debord ve SE’nin çağının ufkunu açan kuram ve pratikleri sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulmamıştır.

Kendiliğindenliğin sözcük olarak telaffuzunun bile tüylerini ürpertmeye yettiği muhafazakâr solun görüş alanından SE oldukça sıra dışı ve ayrıksı görünmektedir. Coğrafyamızın arkaik ön kabullerine yaslanan ‘sol’cuları nezdinde ise Sitüasyonizm, içeriği belirsiz hoş bir sedaya denk düşer. Özellikle Debord’un “Gösteri Toplumu” yüzyılın en önemli yapıtlarından biri durumundayken, SE’nin Cezayir Savaşı’ndan Watts Ayaklanması’na kadar gündemine aldığı, üzerine fikir yürüttüğü konu ve olaylar apaçık ortadayken bile geleneksel sol, ne acı ki bu felsefi akımın özgünlüklerini kavrayabilecek zihin açıklığına sahip olamamıştır. Hatta tam tersine, Sitüasyonizmin en az sistem ve muktedirler kadar, sistemin değer yargılarını kendi kişiliğine ve yaşamına içkin kılmış toplum katmanlarına karşı yükselttiği radikal eleştirel söyleminin geleneksel solun tekdüze formülasyonlarına anti-tez oluşturması, SE’ye söz konusu kesimler tarafından antipati duyulmasına gerekçe teşkil etmiştir.

Guy Debord ve SE üzerine belli başlı hatırlatmaları yapmanın, imrenilecek pratiklere denk düşen eyleyiş hallerini tekrar anımsatmanın, ‘sol’un isyancı epistemolojiden uzaklaşarak, giderek hâkim ‘gösteri’ kanalları içinde konformist bir aktör durumuna dönüşmesine dönük uyarıcı bir etki yaratacağını umalım ve SE’nin kuramsal gelişiminin satırbaşlarına yakın plandan bir göz atalım.

Debord, Sitüasyonizmi ete kemiğe büründürecek siyasal güzergâhını inşa etmeye siyasal ve sanatsal hareketliliğin beşiği olan 60’lı yılların Paris’inde Lettrist saflarda başlar. Lettrizmin özgün ideolojik çizgisi, bir teritoryaya ait olmama ve ulusal ideolojiyle özdeşleşmeme haliyle kendini kurmasıyla şekilleniyordu. Lettristlere göre proletarya, kaygı duyacağı ve kaybedeceği mülkiyetlere sahip bir sınıf olduğundan reddediliyor, devrimci potansiyel ise gençliğe atfediliyordu. O günlerde Lettrist Enternasyonel’i oluşturmaya yönelen Guy Debord, Paris sokaklarını boyalı kumaştan elbiseleriyle grafittilerle donatır : “Asla çalışma”, “Mola vermeden yaşa”… Kısacası Lettristler, arzunun şiire dönüştüğü, o günlere kadar pek de rastlanmayan yeni bir dille konuşmayı başarırlar.

Zaman içinde grup kendini gençlik alt-kültüründen Sitüasyonist Enternasyonel’e, farklı ve yeni bir devrimin seslendiriciliğine doğru dönüştürdü. SE’nin üyeleri sanat ve politikanın yeni bir kulvarda harmanlanışını ifadelendiriyorlardı. Bu çabanın özneleri “yapılandırılan bir hayat alanı” yoluyla durumlar var ediyorlardı. Durumların yapılandırılmasıyla uğraşan kişi ise SE’nin üyesi oluyordu doğal olarak.

Böylelikle SE dergisini de çıkarmaya başladılar. Kuramsal denemeler ve radikal karşıtlıklar barındıran SE dergisi, kendi döneminde birçok eylemciye esin kaynağı işlevi gördü. SE, sanatsal avangard, sürrealizm gibi eğilimleri ‘tuhaf’ addediyor ve dışlıyordu. Sitüasyonistler nezdinde radikal politikanın avangard sanat karşısında çok daha öncelikli bir konumu vardı. Hatta SE, bu bağlamda çubuğu avangard sanata, estetik meselelerine çekmeye çalışan öznelerinden birçoğunu dışlamaktan imtina etmemişti. Nitekim SE dergisi, bu dışlama anlayışını yayın süreci boyunca 70 üyesinden 45’ini ihraç ederek de pratikte göstermişti.

SE, hiyerarşik örgütlenmeyi reddediyor, “örgütlenmenin kendi içinde yeni tür insani ilişkiler kurmak” olduğunu savunuyordu. Topluluğun içinde hiyerarşi yoktu, herkes eşitti ve deneyler kolektifti. Eylemler ve metinler birlikte üretilir ve bu metinler genellikle imzasız yayımlanırdı. İktidarın, ikamecilik ve temsiliyet ilişkilerinin yeniden üretilmesiyle var edildiğini derinden kavramış bir duyarlılığa sahiptiler Debord ve yoldaşları. Grubun her üyesi daha önceki sosyal ilişkilerinin, alışkanlıklarının silinmesini içeren bir arınma töreninden geçiyordu. Bu arınma sürecinde duraksayanlar ve geçmişin yozluğunda ayak sürüyenler acımasızca tasfiye ediliyordu. Böylesi bir kolektif uyanıklık, ideallerin kurumsallaşarak reforme olmasının, konformizmin kök salmasının önünde barikat misyonu oynuyordu.

SE’ye göre proletarya, uzun bir sessizlik döneminin ardından devrimin öncü kolu olarak geri dönmüştü. Sistem içi reform talepleriyle direnen işçilerin bu tespitle çelişkisini ise işçilerin “devrim istemiş olsa bile bunu söylemediğini, çünkü tutarlı ve örgütlü bir kuramdan yoksun olduğunu” iddia ederek açıklamışlardı. Proletaryanın gerçekten istediği ancak ifade edemediği şeyleri ifadelendirecek birilerine ihtiyacı vardı, ve SE bu misyonu herhangi bir kuramsal kibire kapılmadan, hiyerarşi yaratmamaya özen göstererek üstlenmek arzusunda olan bir gruptu. SE’nin böylesi yatay bir işleyişi sahiplenmesi ve liberter düşünsel üretimi, günümüzde SE’nin pratiğinin çoğunlukla anarşistler tarafından sahiplenilmesinin, analiz edilmesinin nedenlerini anlaşılır kılıyor. Ancak unutmamak gerekir ki Sitüasyonistler kesinlikle anarşist değillerdi. Hatta, bu konuda bizzat Debord, “Son tecrübelerimiz ‘anarşist’ teriminin yeniden kazandığı karışıklığı ortaya koyuyor, ve bence buna her yerde karşı çıkmalıyız” şeklinde bir cümle bile yazmıştır. Sol ahlakçılığa mesafeli olmaları ve özgürlükçü, yaratıcı eyleyiş/düşünüş biçimleri, Sitüasyonistleri ‘anarşist’ olarak adlandırmak için yeterli değildir. Onları illa siyasal bir küme içine dahil etmek gerekirse, kendilerinin de altını çizdiği gibi ‘özgürlükçü komünistler’ olarak tanımlamak daha uygun olacaktır.

Çokça sanıldığı gibi Debord’u sanat planında derdi olan bir estetik kuramcısı olarak sunmaya çalışmak da başka bir yanlıştır. Debord’un tüm üretimlerinde/pratiğindeki esas amaç, sanatı yaşamda gerçekleştirerek aşmaktı. Gündelik hayatın sanatın anlam kazandığı yegâne alan olduğunu savunan Debord’u genel geçer ‘sanatçı’ sıfatlarının steril çerçevesinde anmak büyük haksızlık olacaktır. Nitekim Debord, bu uğurda sosyal bir eylem programı dillendirdi ve kişisel ölçekte bunu tavizsiz uygulamaktan da geri durmadı. SE’nin Mayıs 68’de üstlendiği etkinliğin ve serimlediği kolektif yaratıcılığın arkasında böylesi bir duyarlılık yatmakta. Özellikle 68’in Fransa’sından genç radikaller arasında geçerli olan kültürel/politik değerlerin mayasında tarihsel siyasal akımların (Troçkizm, Maoizm vb.) birçoğundan daha fazla Sitüasyonistlerin hegemonik ağırlığı vardır.

Debord, Marksist meta ve onun fetiş niteliğine ilişkin eleştirileriyle kendi teorisini inşa etti; bugünkü meta fetişizmini ‘gösteri’ olarak adlandırarak ‘gösteri’ nin Marx’taki anlamıyla metadan geliştiğinin sık sık altını çizdi. Debord’a göre, gösteri içinde meta kendini sergiler ve seyirciyi sürekli pasif bir seyire yöneltir. Sanat da pasif bir biçimde seyredilen bir gösteri niteliğine sahip olduğundan kendisi bir çeşit fetişizm biçimidir ve aşılmalıdır. İnsan ilişkilerinin kendisi şeyleşmiş ve fetişizm toplumsal yaşamın doğasını değiştirmiştir. Bu yüzden bu mistifikasyonla her boyutuyla mücadele etmek gerekmektedir. Her yabancılaşma biçimi gibi sanatın da sonu gelmektedir. Dolayısıyla teorisine uygun bir eyleyişi hayata geçirmek isteyen Debord, sanatsal ve politik etkinliği arasında herhangi bir açı farkı olmamasına özel bir önem vermiştir.

SE’ye göre kuram öncü bir eylem olarak her şeyin üzerindedir. Gösteri iğrençtir, çünkü genellemekle tehdit eder; tıpkı “Parti”nin işçi sınıfının temsilcisi olduğunu iddia etmesi gibi. Debord, her temsiliyetin ikiyüzlülüğün yolunu açtığını belirtir. SE’ciler bu ikiyüzlülüğe tepki olarak her zaman otonom, bağımsız devrimci faaliyetin yanında olmuşlardır. SE, devrimci hareket için geçersiz kılma yöntemiyle de alternatif bir model sundu. Bu modelin kuramsal ayakları, anti-otoriter irade yoluyla, geçmişin putlarını yok sayma hususunda cüretli bir düşünsel rotadan ilerlemek suretiyle inşa ediliyordu.

SE, her ne kadar fiziki mevcudiyetini koruyamamış olsa da yeni bir direniş projesinin oluşturulmasında önemli bir adımdı. SE, ortak dertlere, duyarlılıklara sahip birey ve gruplar için halen yeni sorular sordurma, yaratıcı yanıtlar üretebilme imkânlarını içinde barındıran önemli bir deneyim olarak ışıldamayı sürdürüyor. “Kaldırım taşlarının altındaki kumsal”ı aramaya devam eden her cenahtan Don Kişot için SE hâlâ önemli bir referans.

22 Ekim 2009 Perşembe

KILL YOUR IDOLS!

MASKELERİN ARDINDA ÖZGÜRLÜK VAR



GÖK



"Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır. İçinde hangi kanın aktığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi itaatsizliktir"




1 Ocak 1994 tarihinde o güne kadar dünya kamuoyunun pek de adını bilmediği bir coğrafyadan yükselen ayaklanma, gözleri Meksika’nın güneydoğusuna çevirmişti. Genelde Meksika’nın en yoksul ve dışlanmış topluluğunu oluşturan Maya yerlilerinin yaşadığı Chiapas adlı bu coğrafyada, sömürü dozajını azamiye çıkarmayı amaçlayan kapitalist küreselleşmenin NAFTA’sına karşı doğrudan bir tepki örgütlenmişti - ya da o günlerde hepimiz eylemi salt bununla sınırlı sanmıştık. 70’lerde Latin Amerika’yı sarsan gerilla hareketlerinin çoğu farklı biçimlerde kendini yeniden inşa etmeyi seçmişken, o yıllarda bile kır gerillası mücadelesinin yaygın biçimde kabul görmediği Meksika gibi bir coğrafyada 90’ların ortasında bir anda ortaya çıkan, kentleri ve kasabaları işgal edecek derecede organize olmuş, kar maskelerini yüzlerinden bir an bile çıkarmayan binlerce kadın ve erkek de kimdi? Böylesi bir kitleselliğe ulaşan gizli çalışma nasıl ortaya çıkmıştı?

Zamanla maskelerin altında gizlenen yüzlerin, sanılandan çok daha büyük bir adımın ve düşüncenin yaratıcıları olduklarını hep birlikte öğrendik. Kendilerine EZLN adını veren bu grup, klasik gerillacılıkla da, alışılageldik direniş yöntemleriyle de ilgisi olmayan, daha doğrusu eski mücadele paradigmalarını aşan bir kuruculuğun öznesiydi. EZLN, kendi taleplerini kamuoyuna dillendirdiği metinlerinde çarpıcı bir yaratıcılığı serimliyordu. Uzun zamandır sol ajitasyonun sözlüğünden silinmiş olan edebi doku, Marcos’un imzasıyla yeni bir politik hattın anlaşılır kılınmasında başroldeydi. Bu üslup, kendi mütevazı görüntüsünün ardında son derece derin anlamlar da barındırıyor, Deleuzyen arzu politikasının kitlesel ete kemiğe bürünmesini tüm dünya somut bir örnek üzerinden adım adım izleme şansına nail oluyordu. EZLN, rizomatik ağlar üzerinden kendini kuran, iddialı isimlendirmeler ve evrensel reçetelerden kaçınan bir çeşit postmodern gerilla hareketinin ilk örneğiydi. Öncülük sorunsalını özgürlükçü yatay bağlara ve çoğulculuğa vurgu yaparak aşan, ortodoks siyasetin şablonlarını altüst eden bir isyancı yaşam kuruluyordu Chiapas’ta.

Zapatistler, kendi özgün politika yapma yollarını klasik sol mantıkla, modernist şablonlarla alakası olmayan bir ‘öteki siyaset’ üzerine dayandırdılar. Ne kırdan şehirlere iktidarı fethedecek bir gerilla ordusu, ne de sistemle pazarlık ederek parlamenter sürece balıklama dalan pragmatistler olmak istemiyorlar Zapatistler. Felsefi dayanakları içinde, homojenlik üzerinden örgütlenme ve iktidarı hedefleyerek amaçlarına ulaşma gibi modernizmin kalıp yaklaşımlarına yer yok. Zaten kendilerini ideolojik olarak tarif ederken kullandıkları tanımlardan örgütlenme biçimlerine, hatta bildirilerinde kullandıkları dile bile bakıldığında liberter bir deneyimin mevzubahis olduğu görülüyor. Bu liberterlik, küçük anarşist cemaatlerin ütopya alanında tahayyül ettikleri ‘ideallik’ kıstaslarına göre şekillenen bir şey değildi –iyi ki de değildi ! İdeal yaşam normlarını teorik planda sahiplenmekle hayatın somut sorunlarına somut çözümler üretme sorumluluğunu yüklenmenin birbirinin karşıtı olgular olmadığını maalesef anarşistlerin birçoğu kavramış değil.

Zapatistler somut bir coğrafyada, somut bir topluluğun, somut sorunlarına, dar ulusallık veya belediyecilik sapmalarına kapılmadan küresel bir platformdan çözüm üretmeye çalışırken gündelik yaşamından toplumsal eylem alanına kadar elini taşın altına sokmayan/ sokma niyetini ifşa etmeyen kuramsal anarşistler bu realiteyi kavrayamadı. Bu kavrayışsızlık, anarşistler nezdinde taraf olunması, içinde özne olarak yer alınması gereken bir sürecin/ pratiğin –her zaman olduğu gibi- dışında kalınmasına yol açtı. Yaşadığımız topraklardaki liberal ‘anarşistlerin’ EZLN deneyimine yönelik koordinatlarını bilince çıkarmak için o yıllarda yayımlanan “Ateş Hırsızı” dergisinin “ Maskeler neyi gizliyor” başlıklı dosyasına bakmak bile yeterlidir. Her somut otonomi pratiğinin muazzam sorunlarla boğuşarak kendi öngördüğü özgürlüğü var etmesi gibi bir sorumluluğun mevcudiyeti bu liberaller tarafından asla kavranamaz; beklenir ki bir anda cennet yeryüzünde yaratılsın, yüzyılların kadim sorunları sihirli değnekle dokunulmuş gibi bir anda çözümlensin, ve tabii ki kendi emeklerinin bu sürece katkısı olmadan olsun tüm bunlar ! Bu okuma biçimiyle mesafe almadan anarşistlerin toplumsal planda mızmız seyirci olmaktan başka misyonlarının kalmadığı apaçık bir olgudur. İşin kötüsü ‘anarşistlerin’ birçoğu bu pozisyonda olmaktan son derece memnundur.

EZLN, önderlik rolü üstlenmeksizin Chiapas halklarının hizmetine kendini adamış, ismi ordu olmasına rağmen Marcos’un da dediği gibi “savaşmaktan çok konuşan” bir silahlı güçtür. Özerk yerli topluluklarının konseylerine bağlı olarak çalışır ve “itaat ederek yönetir”. Kural koyucu olmaktan çok boyun eğen bir organizasyon bahsettiğimiz, şablonlara dayanmaktansa yaşamın çeşitliliğini içeren ve ondan öğrenerek adımlarını şekillendiren bir topluluk. Merkezi iktidarı ele geçirerek dönüşümleri yukarıdan aşağıya inşa etmeye dayanan devletçi Marksizmi aşan bir bakış, “YA BASTA” ( ARTIK YETER) duygusunun örgütlenmesidir EZLN’nin varoluşu. EZLN’nin muazzam popülerliği, bulunduğu alanda var ettiği otonomiye ve doğrudan demokrasi yoluyla yaşattığı yatay örgütlenmeye dayanır. Aslında EZLN’ye en çok yakışan ideolojik betimleme, bu hareketin onur ve saygının örgütlenmiş ifadesini yarattığının altını çizerek yapılabilir. Çoklukların özgür yaşamını hemen şimdi, burada örgütlemenin çağımızdaki en önemli deneyimidir Zapatistlerin pratiği.

Böylesine kolayına kaçmayan, kendinden önceki kalıplara yaslanmayan bir deneyimin elbette birçok sorunu da olacaktır. En basit günlük kararların alınabilmesi için bile doğrudan demokrasinin tüm kanallarını kullanmak pratikte işleri yavaşlaştıracaktır tabii ki, hatta böylesi bir tartışma süreci Jakobenlerin hayallerinde bile canlandırmaktan rahatsız olacakları durumları ortaya çıkaracaktır. Ancak sözünü en önemli silahı olarak gören ve bu sözü dünya çapında eşit ilişkiler temelinde paylaşıma/dolaşıma sunan Zapatistler için bu işleyiş hayati önemdedir. Önemli olan özcülük karşıtı akışın geçerliliğini savunabilmektir. Savaşmaktan çok konuşan bir ordu, ‘göstermelik’ komutan veya komutan yardımcısı rütbelerine rağmen itaat etmekle yükümlü kıdemli kadrolar, piramidal hiyerarşinin veya ‘en doğru siyasi hattı’ yukarıdan aşağı dayatma misyonu edinmiş bir partinin olumsuzlandığı, bunlara ihtiyaç duyulmayan bir yaşam tahayyülü…


Bu tablo üzerinden her geçen gün gelişen hareket, kendi imkanları ve zorlukları içinde yürüyüşünü sürdürüyor. Marksistlerin ‘iktidar ele geçirilmeden hiçbir şey değiştirilemez, parti olmadan devrim örgütlenemez’, anarşistlerin ‘ordu örgütlenmesinin olduğu yerde özgürlükçü ilişkiler olmaz, popülist halk dalkavukluğu doğru değil’ eleştirileri arasında yoluna devam ediyor Zapatistler. Hayattan, kendi eylemlerinden öğreniyorlar ve hiçbir ideolojik sektin daraltıcı buyruklarını tanımıyorlar. Uluslararası dayanışmayı yerlerarası dayanışma anlayışıyla zenginleştiriyorlar, devrim şablonunu isyanı daha fazla öne çıkararak sorguluyorlar, kişi kültünü “maskelerin altında hepimiz Marcos’uz” diyerek alt edilmesi gereken bir anlayış olarak gördüklerini ifade ediyorlar. Bunları savunanların bir avuç akademisyen değil yoksul yerliler olduğunun altını çizdiğimizde deneyimin etkileyiciliğini daha net kavramış oluruz.

Salt bu erdemler için bile EZLN yarınlarımız için umut veren bir mücadele pratiği olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. EZLN gibi hareketlerin mevcudiyeti, anarşinin apaçık tezahür edebilmesi için ‘anarşistlerin’ kendi kısır faaliyetlerinden misliyle daha fazla katkı sağlıyor. Bu durum tespiti bile içinde bulunduğumuz evrede anarşist pratik çalışmaların hazin halini ortaya sererek anarşiyi somut bir güç olarak var etmek isteyen aktivistlere görevlerini hatırlatmaya yeterli. Biz isyancılar,‘İçine tüm doğumgünlerinin sığdığı bir doğumgünü’ dileklerimizle, Zapatist hayaller,zalim ‘gerçekçilere’ karşı hep var olsun diyoruz.

19 Ekim 2009 Pazartesi

KARGAŞA PROJESİ İÇİN...


TYLER DİYOR Kİ:

“Burada, yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. reklâmlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde... Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp, gereksiz şeyler alıyoruz.”

“Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok. Ne büyük savaşı yaşadık, ne de Büyük Buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş. En büyük buhranımız hayatlarımız. Televizyonla büyürken milyoner, film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık, ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz. ve bu yüzden giderek öfkeleniyoruz.”

“Sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz. Sizler iç çamaşırı değilsiniz. Sizler dünyanın dans edip, şarkı söyleyen pisliklerisiniz.”

“Sizler özel değilsiniz. Sizler güzel ya da eşi olmayan kar taneleri değilsiniz. Sizler herkes gibi çürüyen organik maddelersiniz.”

THİS İS YOUR LİFE!
“...and you open the door and you step inside---we're inside our hearts. now imagine your pain is a white ball of healing light. that's right, feel your pain, the pain itself, it's a white ball of healing light.---i don't think so. this is your life... good to the last drop, doesn't get any better than this... this is your life, and it's ending one minute at a time... this isn't a seminar and this isn't a weekend retreat. where you are now you can't even imagine what the bottom will be like. only after disaster can we be resurrected... it's only after you have lost everything that you
are free to do anything. nothing is static, everything is appalling, everything is falling apart. this is your life (repeat) it doesn't get any better than this. this is your life (repeat) and it's ending one minute at a time...you are not a beautiful and unique snowflake*... you are the same decaying organic matter as everything else. we are all a part of the same compost heap, we are the all-singing, all-dancing crap of the world. you are not your bank account, you are not the clothes you wear. you are not the contents of your wallet... you are not your bowel cancer. you are not your grande latte. you are not the car you drive... you are not your fucking khakis. you have to give up, you have to give up. you have to realize that someday you will die, until you know that you are useless. i say let me never be complete. i say may i never be content. i say deliver me from swedish furniture! i say deliver me from clever art. i say deliver me from clear skin and perfect teeth. i say you have to give up. i say evolve, and let the chips fall where they may. this is your life (repeat) it doesn't get any better than this. this is your life (repeat) and it's ending one minute at a time. you have to give up. you have to give up. (in the background you can hear tyler durden shouting i want you to hit me as hard as you can!) welcome to fight club, if this is your first night, you have to fight.”

17 Ekim 2009 Cumartesi

Öfkeyle kalkan zararla oturmaz!

İSYANKÂR ANARŞİ


Feral Faun

Anarşi ilk kez ayrı bir radikal hareket olarak tanımlandığı günden bu yana solla ilişkilendirilmiştir, ama bu her zaman sıkıntılı bir ilişki olmuştur. Otoriter bir pozisyonda yer alan solcular (CNT’nin ve 1936-37 İspanyasında FAI’nin liderleri gibi kendilerini anarşist olarak adlandıranlar da dahil olmak üzere) hayatın tümüyle dönüştürülmesine dair anarşist amacın ve bu yönde kullanılacak araçların da bu amaca uygun olması gerektiğini söyleyen anarşist anlayışın kendi politik programlarının önünde bir engel olduğuna hükmetmişlerdi. Gerçek isyan daima politik programların çok uzağında patlak verir ve en tutarlı anarşistler önlerinde uzanan bu bilinmeyen alanda hayallerinin tam anlamıyla gerçeğe dönüştüğüne tanık oldular. Oysa geçen zamanla beraber isyan ateşi söndüğünde (hatta bazen 1936-37 İspanyasında olduğu gibi hala parlak bir şekilde yanmasına rağmen) yol gösteren anarşistler yeniden “solun vicdanı”na dönüşeceklerdi. Ancak anarşist düşlerin enginliği ve anarşinin delalet ettiği ahlaki uygunluğun solun politik takvimi için engel teşkil ettiği her durumda, bu takvim anarşinin soluğunu hayal kuramayan bir “gerçekçilik”le kesip bunaltarak anarşist hareketin sırtına çok daha büyük bir ağırlık yükledi.

Sol için sömürü ve baskıya karşı yürütülecek toplumsal mücadele asli olarak politik bir programdır ve hangi araç elverişliyse onunla gerçekleştirilmesi gerekir. Böyle bir anlayışın politik bir mücadele metodolojisine ihtiyaç duyduğu ortadadır ve böyle bir metodoloji anarşinin kimi temel değerleriyle muhakkak ki çelişir. Her şeyden önce, toplumsal varoluşun farklı bir türü olarak politika, hayatımızı belirleyen kararların alınma süreciyle bu kararların hayata geçirilme sürecinin birbirinden ayrılmasıdır. Kararları oluşturan ve dayatan kurumlar bu ayrıma dayanmaktadır. Bu kurumların ne kadar demokratik ya da uzlaşmaya dayalı olduğunun çok önemi yok; çünkü politikanın doğasında var olan bu ayırma ve kurumlaştırma, kararların daha uygulanacakları durumlar oluşmadan önce alınmasını gerektirdiği için bile illa ki bir dayatma oluşturur ve koşulların kendine özgülüğüne aldırmaksızın çeşitli durumlar için başvurulacak genel kurallar oluşturma gayretini zorunlu kılar. Bireylere kendi projelerini geliştirmeleri için yardımcı olmak yerine onların hareketlerine yön veren ideolojik düşüncenin nüveleri buradadır, ama bu konuyu daha sonra ele alacağım. İktidarın bu karar oluşturma tarzında ve kurumsal işleyişte yatıyor olduğu gerçeği anarşist bir perspektif için eşdeğer önem taşıyor. Ve solcu toplumsal mücadele anlayışı, tam anlamıyla, bu kurumları etkilemeye, yönetimlerini ele geçirmeye ya da alternatif türevlerini üretmeye dair bir mücadeledir. Diğer bir deyişle bu mücadele iktidar ilişkilerini yıkma değil değiştirme mücadelesidir.

Programatik temelli olması nedeniyle solcu mücadele anlayışı, mücadele yürütme aracı olarak bir örgüte ihtiyaç duyar. Örgüt mücadeleyi temsil eder, çünkü örgüt mücadele programının somut ifadesidir. Eğer bu örgüte dahil olanlar programlarını devrimci ve anarşist olarak tanımlıyorlarsa, örgüt onlar için devrim ve anarşiyi temsil etmeye başlar ve örgütün gücü de devrimci ve anarşist mücadelenin gücüyle özdeşleştirilir. Bunun açık bir örneğini CNT liderlerinin Katalan işçi ve köylülerin, üretim araçlarını (ve beraberinde özgür halk güçlerini oluşturacakları silahları) kamulaştırmasını teşvik ettikten sonra örgütü feshetmedikleri ve işçilerin sosyal hayatı kendi ilişkilerine göre yeniden yaratmalarına olanak tanımak yerine üretimin yönetimini ele geçirdikleri İspanya Devriminde görmekteyiz. İşçilerin özyönetiminde sendika ile yönetimin birbirine karıştırılması bu olaylara eleştirel bir gözle bakmaya istekli olan herkesin üzerinde çalışabileceği sonuçlara neden olmuştu. Egemen düzene karşı mücadele onu hayata geçiren bireylerden bu şekilde ayrılarak örgütlerin eline bırakıldığında artık bireylerin öziradesine dayalı bir proje olmaktan çıkıp bireylerin bağlandığı dışsal bir dava haline gelir. Bu davanın örgütle özdeşleştirilmesi nedeniyle ona bağlı bireylerin en önemli etkinliği örgütün muhafaza edilmesi ve genişlemesi olacaktır.

Aslında solcu örgüt, solun kurumlaşmış iktidar ilişkilerini dönüştürme yönündeki amacını gerçekleştirmek için kullandığı bir araçtır. Bu dönüşümün mevcut yönetimlere hoş görünerek demokratik hakların uygulanmasını sağlayarak mı, devlet erkinin seçimle ya da şiddetle ele geçirilmesiyle mi, yoksa üretim araçlarının kurumsal olarak kamulaştırılması ya da tüm bu sayılanların bir kombinasyonu vasıtasıyla mı yapılacağı çok az önem taşır. Örgüt bu niyetini gerçekleştirmek için kendini alternatif bir iktidar , karşı iktidar haline getirmeye uğraşacaktır. Mevcut iktidar ideolojisini, özellikle de demokrasiyi kucaklamak zorunda olma nedeni budur. Demokrasi, ileri sürmüş olduğu programlar için toplumsal uzlaşmanın yaratılmasını gerektiren, pratikten ayrılmış ve kurumlaşmış karar alma sistemidir. İktidar her zaman baskıyla birlikte var olmasına rağmen, demokratik yapıda alabileceği onay vasıtasıyla meşrulaştırılır. Bu nedenle sol için mümkün olduğunca çok yandaşa, programlarını desteklemesi için öngördüğü sayısal çoğunluğa ulaşmaya çalışmak elzemdir. Böylece sol, demokrasiye olan bağlılığı yüzünden niceliksel ilüzyonu benimsemek zorundadır.

Yandaş kazanma çabası en küçük ortak paydadan hareket etmeyi gerektirir. Onun için sol esaslı bir teorik araştırma yürütmek yerine dünyayı tahlil etmekte kullandığı basitleştirilmiş bir dizi doktrin geliştirmeli ve mevcut yöneticilerin yaptığı etik ihlallerin bir listesini açığa vurmalıdır; solcular bunlarla kitleleri kazanmayı umarlar. Bu ideolojik çerçevenin dışına çıkan herhangi bir sorgulama veyahut araştırma şiddetle kınanır ya da gereksiz bulunur. Bu teorik sığlaşma, fikirlerin ve uygulamanın niteliği ve uyumluluğu yerine yandaş sayısının, pasifliğine ya da bilgisizliğine bakmaksızın, güçlü bir hareketin yansıması olarak algılandığı niceliksel ilüzyonu kabul etmenin bedelidir.

Politik olarak “kitleler”e hoş görünme zorunluluğu da solu mevcut yöneticilerden aşamalı taleplerde bulunmaya iter. Bu yöntem iktidar ilişkilerini dönüştürme projesiyle kesinlikle çok tutarlıdır, çünkü esasında iktidar ilişkilerinin temellerini tehdit etmemektedir. Aslında iktidarda olanlardan taleplerde bulunmakla ima edilen şey, mevcut ilişkilerde yapılacak –marjinal de olsa– küçük küçük uyarlamaların solcu programın gerçekleştirilmesi için yeterli olduğudur. Bu yöntemde iktidarın kendisi sorgulanmaz, çünkü böyle bir sorgulama solun politik yapısını tehdit edecektir.

Değişime bu aşamalı yaklaşım, mutlak olarak ilerleme doktrinini barındırır (aslında bugünlerde diğer kirlenmiş etiketleri geride bırakmayı tercih eden solcular ve liberaller arasında en yaygın olan etiket “ilerici”dir.) İlerleme, şeylerin mevcut düzeninin süregiden –ve muhtemelen diyalektik– bir gelişme sürecinin sonucu olduğu ve –oy vermek, dilekçe vermek, dava açmak, sivil itaatsizlik, politik şiddet ve hatta iktidarı ele geçirme gibi iktidarı yıkma dışındaki her şey için– çaba sarf edilirse bu sürecin daha ileri taşınabileceği düşüncesidir. İlerleme kavramı ve onun politik açılımı olan aşamalı yaklaşım solcu toplumsal dönüşüm anlayışının bir diğer niceliksel özelliğine işaret eder. Burada dönüşüm sadece bir süreç meselesidir, kişinin hedefe kilitlenmiş yol üzerindeki konumuna dairdir. Gereken miktarda düzeltme yapmak bizleri “oraya” taşıyacaktır (“orası” her neresi ise). Reform ve devrim aynı etkinliğin sadece farklı aşamalarıdır. Bunlar, en azından kapitalizmin yükselişinden beri, içinde olduğumuz tek döngünün var oluşun gittikçe yoksullaşması olduğu ve bunun reformla çözülemeyeceği gerçeğine gözünü kapatmayı sürdüren solun saçmalıklarıdır.Aşamalı yaklaşımı ve sınıflandırmaya duyduğu politik ihtiyaç, solu aynı zamanda insanlara “işçiler”, “kadınlar”, “siyahlar”, “gay ve lezbiyenler” gibi çeşitli ezilmiş ve sömürülmüş grupların üyesi olarak değer biçmeye sevk eder. Bu sınıflandırma kimlik politikasının temelidir. Kimlik politikası, ezilen insanların sınıfsal baskıya sözde meydan okudukça üzerlerindeki baskının güçlenmesine yardımcı olan, belli bir toplumsal sınıf ile özdeşleşmeyi seçtikleri yanlış muhalefetin temel biçimidir. Esasında, bu sosyal rolle süregiden özdeşleşme kimlik politikasına dahil olanların toplum içindeki durumlarını derinlemesine analiz etme ve baskıya karşı bireyler olarak hareket edebilme kapasitelerini sınırlandırır. Ve böylece üzerlerindeki baskının nedeni olan toplumsal ilişkilerin devamını da garanti altına alır. Ama bu insanların solun politik manevralarının piyonları olarak işe yaramaları için sınıflarının üyeleri olarak kalmaları gerekir. Çünkü demokratik bir yapı içinde bu tür toplumsal kategoriler baskı grupları ve iktidar blokları rolünü üstlenirler.

Örgütsel ihtiyaçları, demokrasiyi kucaklaması, niceliksel ilüzyonu ve insanlara sadece toplumsal sınıfların üyeleri olarak değer biçmesi nedeniyle solun politik mantığı, doğası gereği kolektivisttir; bireyi bu sıfatla ortadan kaldırır. Bu durum bireylerden kendilerini solun çeşitli davalarına, programlarına ve örgütlerine feda etmelerini talep etmekle açığa çıkar. Bu talebin ardında kolektif kimliğe, kolektif sorumluluğa ve kolektif suçluluğa dair manipülatif ideolojiler yatmaktadır. “Ayrıcalıklı” bir grubun parçası olarak tanımlanan bireyler –“düzgün”, “beyaz”, “erkek”, “orta sınıf”, vs– bu gruba atfedilen bütün baskılardan sorumlu tutulurlar. Ardından da bu insanlar kendilerinden daha çok ezilmiş olanların eylemlerine eleştirmeksizin destek verip “suçlarını” telafi edecek şekilde davranmaya manipüle edilirler. Ezilen bir grubun parçası olarak tanımlanan bireyler de zorunlu bir “dayanışma” nedeniyle grup içinde kolektif kimliği (kızkardeşlik, siyah milliyetçiliği, eşcinsel kimliği, vs.) kabul etmeye manipüle edilirler. Grup kimliğini reddetmeleri ya da derinlemesine, radikal bir biçimde bu kimliği eleştirmeleri, içinde sayıldıkları gruplara atfedilen baskıları onayladıkları anlamına gelecektir. Aslında, kendi hayatında maruz kaldığı şekliyle baskı ve sömürüye kendi adına (veya sadece gerçekten yakınlık kurmuş olduklarıyla beraber) karşı çıkan bu birey, devletin ve sermayenin –güya “burjuva toplumunun”– bizlere dayattığı yabancılaşmış kolektif toplumsal etkinliğin asli sonucu olan atomizasyona, ayrıştırmaya ve yabancılaşmaya karşı mücadele ediyor olmasına rağmen “burjuva bireyciliği” ile suçlanacaktır.

Toplumsal mücadeleyi fiilen politik bir program olarak kabul etmesi nedeniyle solculuk tepeden tırnağa ideolojiktir. Solun mücadelesi toplum tarafından sömürülmüş, bastırılmış, zaptedilmiş ve mahrum bırakılmış kanlı-canlı bireylerin arzularından, ihtiyaçlarından ve hayallerinden kaynaklanmamaktadır. Bu mücadele kendi hayatlarını yeniden ele geçirmek için çabalayan ve bunun araçlarını oluşturmaya çalışan insanların etkinliği değildir. Aksine insanların tek tek mücadelerinin üstünde ve önünde olan ve bu tek tek mücadelelerin tabi olmak zorunda olduğu örgütsel oturumlarda ya da solcu liderlerin kafalarında formüle edilmiş bir programdır. Sloganı ne olursa olsun –sosyalizm, komünizm, anarşizm, kız kardeşlik, Afrika halkları, yeryüzünün özgürleşmesi, hayvan hakları, primitivizm, işçilerin özyönetimi, vs.– bu program insanlara tahakküme karşı yürüttükleri mücadelelerinde kullanacakları bir araç sunmak yerine, bireylerden yöneten sınıfın tahakkümünü solcu programın tahakkümü ile takas etmelerini talep eder.

Anarşist çaba, idealine en yakın haliyle, hayatın yeniden ele geçirilmesi temelinde varoluşun tamamen dönüştürülmesidir. Bütün ünlü anarşistlerin en şiirsel metinlerinde bu idealle karşılaşmak mümkündür; ve anarşiyi “solun vicdanı” yapan da bu niyettir. Ama bu rüyaları hayata geçirmek isteyen bir insan için, hayallerinin enginliğini ve derinliğini paylaşmayan ve paylaşamayan bir hareketin vicdanı olmanın ne anlamı olabilir ki? Anarşist hareketin tarihinde, anarko-sendikalizm ve platformizm gibi sola en yakın duran perspektif ve uygulamalar her zaman hedeflerine dair bol miktarda plana sahipken hayalleri sınırlı kalmıştır. Solculuğun politik çevrelerde, en azından Batı için, artık kayda değer bir güç olmadığı günümüzde, bu değirmen taşını boynumuzda taşımaya devam etmek için kesinlikle hiçbir neden yok. Anarşist hayallerin, halen hayal kurabilen ve kendi hayatlarının özerk yaratıcıları olmayı arzulayan her bir bireyin hayallerinin gerçekleşmesi için soldan bilinçli ve kesin olarak kopmak gerekmektedir. Bu kopuş en azından şu anlamlara gelmektedir:

Politik bir toplumsal mücadele anlayışının reddedilmesi; devrimci mücadelenin bir program değil, aksine hayatın tamamının bireysel ve toplumsal olarak yeniden ele geçirilmesi için yapılan mücadele olduğunun kabulü. Bu mücadele doğası gereği anti-politik’tir. Başka bir deyişle içinde hayata ve mücadeleye dair kararların alınma ve uygulanma sürecinin birbirinden ayrıldığı her toplumsal örgütlenme biçimine ve her mücadele yöntemine –söz konusu karar alma sürecinin ne kadar demokratik ve katılımcı olduğuna bakmaksızın– karşıdır.

Örgütçülüğün reddedilmesi; bir örgütün sömürülmüş birey veya grupları, toplumsal mücadeleyi, devrimi ya da anarşiyi temsil edebileceği düşüncesinin reddedilmesi demektir. Aynı zamanda programatik yapıları nedeniyle bu tarz bir temsilci rolü üstlenen bütün formel örgütlenmelerin – partiler, dernekler, federasyonlar ve benzeri yapıların– reddedilmesi demektir. Burada söylenmek istenen, devrimci mücadele için gereken özel eylemlilikleri örgütleme kapasitesinin reddi değil, örgütsel bir programın şekilciliğine tabi görev ve projeler içeren örgütün reddedilmesidir. Tecrübeyle sabittir ki, formel bir örgütün zorunlu kıldığı tek görev kendisinin geliştirilmesi ve muhafaza edilmesidir.

Demokrasinin ve niceliksel illüzyonun reddedilmesi; bir mücadelenin gücünü belirleyen şeyin tahakkümün kurumlarına karşı bir saldırı ve hayatın yeniden ele geçirilmesine yönelik bir mücadele pratiğinin niteliksel değeri yerine, bir davanın, düşüncenin veya programın yandaş sayısı olduğu düşüncesinin reddi. Hayattan ve pratikten ayrılmış bir alan olarak her karar alma fikrinin ve dahası karar almaya dair her tür formalizasyonun ve kurumlaşmanın reddedilmesi. Bu aynı zamanda kitleleri kendine çekmeye uğraşan vaaz yönteminin de reddedilmesi demektir. Böyle bir yöntem teorik araştırmanın bir sonu olduğunu, her şeyi kapsayacak bir cevaba sahip olduğunu ve bu nedenle mesajı dışarı taşımak için –söylediklerimizle çelişse dahi– her yolun mübah olduğunu farz eder. İnsanları, kafa kafaya verip arayışlarını birlikte sürdüreceği yoldaşlar yerine, konumunu onaylayan takipçiler aramaya sevk eder. Bir başkasının projelerini uygulamaya çalışmak yerine, kişinin kendi düşüncelerini, hayallerini, isteklerini elinden gelen en iyi haliyle hayata geçirmesi ve böylelikle samimi ilişkiler geliştireceği ve isyan pratiğini yayacağı kafa dengi kişilerle buluşması.

İktidardan talepte bulunmanın reddedilmesi; bunun yerine doğrudan eylem ve saldırı pratiğini seçmek. Kendi hayatlarımızı belirleme isteğimizi sadece, en iyi ihtimalle kapitalist toplumsal düzen içinde zararsız, geçici iyileştirmeler sunacak olan aşamalı talepler vasıtasıyla hayata geçirebileceğimiz fikrinin reddedilmesi. Topluma bir bütün olarak saldırma, yıkılmak zorunda olan bu bütünselliğin içindeki tikel her mücadelede pratik ve teorik bir farkındalık oluşturmak. Böylece tikel toplumsal mücadelelerde neyin devrimci potansiyel taşıdığını –neyin talep ve aşamalı değişim mantığının ötesine uzandığını– görme yeteneğine sahip olmak. Çünkü, ne de olsa, radikal, asi her kopuşun ilk kıvılcımları kısmi istekleri elde etme çabası ile başlayan ama uygulamada isteneni talep etmekten çıkıp onu ve daha fazlasını ele geçirmeye uzanan mücadeleler tarafından çakılmıştır.

İlerleme düşüncesinin reddedilmesi; şeylerin mevcut düzeninin çaba sarf ettiğimiz takdirde daha ileri, hatta muhtemelen ideal haline dek taşıyabileceğimiz, süregiden bir ilerlemenin sonucu olduğuna dair yöneticilerin, onların sadık reformistlerinin ve “devrimci” muhalefetin “ilerleme” diye adlandırdığı mevcut rotanın, doğası gereği bireysel özgürlüğe, özgür biraradalıklara, sağlıklı insan ilişkilerine, yaşamın bütünlüğüne ve gezegenin kendisine zararlı olduğunun kabulü. Bu döngünün kırılması gereğinin ve tam otonomi ve özgürlük istiyorsak yeni yaşam biçimlerinin ve uzantılarının geliştirilmek zorunda olduğunun kabulü. (Bu kabul illa ki teknoloji ve uygarlığın mutlak olarak reddedilmesine yol açmaz ve böyle bir reddediş solla kopuşun alt sınırını oluşturmaz, ama ilerlemenin reddedilmesi kesinlikle uygarlık ve teknolojinin, özellikle de endüstriyalizmin ciddi ve eleştirel bir biçimde incelenmesi ve sorgulanması yönünde bir isteklilik anlamına gelir. Böyle bir sorgulama başlatmak için isteksiz olanlar büyük ihtimalle ilerleme mitine bağlı kalmayı sürdürürler.

Kimlik politikalarının reddedilmesi; çeşitli grupların kendi üzerlerindeki baskıya özgü ayrı mahrumiyetler yaşıyor olmasına ve tahakkümün nasıl işlediğini tam olarak anlamak için bu kendine özgü durumun analiz edilmesi gereğine rağmen asıl mahrum bırakıldığımız şeyin her birimizin bireyler olarak diğerleriyle özgür ilişkiler içinde kendi hayatlarımızı kendi terimlerimizle yaratma yeteneğimizin çalınması demek olduğunu kabul etmek. Hayatın toplumsal seviyede olduğu gibi bireysel seviyede de tam anlamıyla ele geçirilmesi, ancak kendimizi esas olarak toplumsal kimliklerle özdeşleştirmeye son verdiğimizde gerçekleşebilir.

Kolektivizmin reddedilmesi; bireyin gruba tabi kılınmasına dair kolektif sorumluluk ideolojisinin reddedilmesi. (Bu reddediş toplumsal ya da sınıfsal analizlerin reddi anlamına gelmez, ama bu tür analizlerdeki ahlaki yargıyı siler ve bireyleri, onların da bir parçası oldukları söylenen ama kendi seçimleri olmayan –“Yahudi”, “çingene”, “erkek”, “beyaz”, ve benzeri– bir toplumsal kategori adına yapılan ya da böyle bir kategoriye atfedilen icraatler nedeniyle suçlamaya yönelik tehlikeli pratiği reddeder.) Kişinin baskı gören belli bir gruba “ayrıcalıklı” ya da farazi üyeliği nedeniyle bir mücadele ya da hareketle eleştirmeksizin dayanışması gerektiği düşüncesinin reddedilmesi ve böyle bir anlayışın herhangi bir önemli devrimci süreç için büyük bir engel teşkil ettiğinin kabulü. Kolektif proje ve eylemlerin katılımcı bireylerin arzularına ve ihtiyaçlarına hizmet etmek için yaratılması, bunun tersi için değil. Sermayenin dayattığı temel yabancılaşmanın gene sermaye tarafından teşvik edilen hiper-bireyci herhangi bir ideolojiye dayanmadığı, kendi hedeflerini gerçekleştirmek için bizlerin yaratıcı bireysel yeteneklerine elkoyan kolektif üretim projesinden kaynaklandığının kabulü. Devrimin en önemli amacının hayatın bireysel ve toplumsal anlamda yeniden ele geçirilmesi temelinde her bireyin, kendi seçtiği kişilerle özgür biraradalıklar oluşturarak varoluş koşullarını belirleyebilme özgürlüğüne sahip olmak olduğunu kabul etmek.

İdeolojinin reddedilmesi; yani hizmet edilmesi gereken bir yapı olarak hayatın ve bireylerin üzerinde konumlandırılan her programın, düşüncenin, soyutlamanın, idealin ve teorinin reddedilmesi. Bu nedenle Tanrının, Devletin, Ulusun, Irkın ve benzerlerinin olduğu gibi, kişinin kendisini, arzularını, hayallerini feda etmesine yol açan ideallere dönüştükleri takdirde Anarşinin, Primitivizmin, Komünizmin, Özgürlüğün, Aklın, Bireyin vs reddedilmesi. Fikirlerin, teorik analizlerin, muhakeme yeteneğinin, soyut ve eleştirel düşüncenin kişilerin amaçlarını gerçekleştirmesine, hayatlarını yeniden ele geçirmesine ve bunun önünde duran her şeye karşı durabilmesine yardımcı olan araçlar olarak kullanılması. Kişinin sürekli sorgulayarak ya da teorik araştırmalar yoluyla gerçeklikle yüzleşmek için gösterdiği gayreti körelten kolay cevapların reddedilmesi.

Bana göre bunlar solla gerçek bir kopuşu oluşturmaktadır. Bu reddiyelerden birinin –teoride ya da pratikte– eksik olması halinde solun artıkları baki kalmış demektir ve bu bizlerin özgürleşme projesi için bir engeldir. Soldan kopmak anarşinin pratiğini politikanın sınırlarından kurtarma ihtiyacından kaynaklandığı için kesinlikle ne sağı ne de politik yelpazenin bir başka kanadını kucaklamak anlamına gelmez. Aksine hayatın tamamen dönüştürülmesine yönelik bir mücadelenin, bireylerin kendilerini gerçekleştirmesi amacı güden kolektif bir hareket içinde her birimizin hayatlarını ele geçirmesine yönelik bir mücadelenin, hizmet etmemizi isteyen politik programlar, “devrimci” örgütler ve ideolojik yapılar tarafından sadece ve sadece baltalanacağının farkına varmak. Çünkü, tıpkı devlet ve sermaye gibi bunlar da hayatlarımızın bizlere ait olduğundan hareket etmek yerine hayatlarımızın idaresini kendilerine vermemizi isterler. Politikanın dar sınırlarına hapsedilemeyecek kadar engin hayallerimiz var bizim. Solu geride bırakıp isyanın bilinmezliğine ve iradi olarak dolu dolu hayatlar yaratmaya giden neşeli yolumuza yöneleli beri çok zaman geçti.

2 Ekim 2009 Cuma

Alfredo Bonanno'nun "banka soyma" gerekçesiyle Yunanistan'da tutuklandığı haberi doğrulandı.

Bonanno, dün Yunanistan'dan bir kişiyle birlikte banka soygunculuğu şüphesiyle tutuklandı.

Yunan televizyonu haberi doğruladı. MegaTV kanalı, "73 yaşında tanınmış bir anarşist olan bir İtalyan ile bir Yunanlı tutuklandı" şeklinde verdiği haberde tutuklananların ismine yer vermedi. ET TV de tutuklanmalara yer verdi.

kapitalist medyadan başlıklar:
* İki kişi "banka soygunu" şüphesiyle tutuklandı.

* Sabah saatlerinde Yunanistan'ın Trikala kentinde bir soygun gerçekleştirildi. 70 yaşındaki bir İtalyan ile 46 yaşındaki bir Yunanlı tutuklandı.

* Banka soygunu sabah 10:35'te gerçekleştirildi. 46 yaşındaki şahıs, takma bıyık, peruk ve gözlükle kimliğini saklamıştı. Tabanca kullanan şahıs, bankadan 46 bin 900 avro çaldı. Bankadan çıktıktan sonra parayı ve tabancayı 70 yaşındaki şahsa teslim etti, tek başına bindiği kiralık araçla olay yerinden uzaklaştı. Soygundan 20 dakika sonra polis tarafından ele geçirildi. (atina indymedia)